Ana Tanrıçanın doğuşu – Paleolitik çağ
Ana Tanrıçanın doğuşu – Paleolitik çağ
İlk Venüs’lerden Anadolu Frig Kybele’sine…
Paleolitik Cağ (Eski Taş Cağı, M.Ö. 100.000 – 7.000), avcılık
ve toplayıcılıkla uğraşan, mağaralarda, kaya
sığınaklarında yaşayan insanların bıraktıkları maddi kültür kalıntılarından
(çakmaktaşının yontulmasıyla biçimlendirilmiş baltalar, kesiciler, deliciler ve
kazıyıcılar gibi aletler) adını almıştır. Diğer yandan, insanların yaşam
biçiminin henüz besin üretimi aşamasına erişemediğine bakılarak, bu kültür
evresine “Toplayıcılık ve Avcılık Dönemi” adı da verilmektedir.
Bu cağda yaşayan insanlar bu sürede hayvanları
avlayıp, meyve, tohum ve bal toplayarak yaşamışlardır. Bu yaşam biçimi, işbölümü,
kurnazlık, yardımlaşma ve zekâya dayanmaktadır.
A.
Ribard, erkeklerin avcılık ile uğraştıkları zamanlarda
kadınların toplanan hayvanların derilerini dikmek, süs eşyaları yapmak ve
kırmızı aşı boyasıyla boyanmak suretiyle yaşadıkları klanı kötülüklerden ve
tehlikelerden korumaya çalışmaları gibi büyük işler edinmelerinin onları klan önünde
saygın bir konuma taşıdığını; kadının doğurganlığının klanın gelişmesini ve geleceğini
sağladığını ve bunun neticesinde de klanda çalışanların artması ile klanın güçlendiğini
ve kadınların da klan içerisindeki otoritesinin ve saygınlığının arttığını
belirtir.
Ancak
kadınların bu kadar çok görev yüklenerek, Paleolitik toplum içerisindeki güçlü
bir konuma sahip olmaları konusu tartışmaya açıktır. Çünkü o dönemde yaşayan
insanların yaşamalarını sağlayacak yiyeceklerin büyük bir bölümünün erkekler
tarafından temin edilmesi, erkeğin de buradaki gücünü gösteriyor ve toplumun üzerinde
kadının olduğu kadar; erkeğin de söz sahibi olduğunu anlatıyor. Bunun için de,
bu cağda ne erkeklerin ne de kadınların mutlak otoritesinin olduğunu söylemek
doğru olmamalıdır. Zira o dönemin sosyal yapısını göz önüne aldığımızda kadın
ve erkeğin birlikte bir otoritesinin olduğunu; ancak onların ayrı görevler üstlenmelerinden
dolayı farklı yönlerden üstünlükleri olmalıdır.
A.
Morali-Daninos’a göre ise, kadınlar avcılık ve toplayıcılığın olduğu zamanlarda erkekleri
önemsiyorlardı; ancak avcılığın yerini topraktan ürün elde etmek ve hayvancılık
alınca erkekler önemini yitirir ve
kadınlar erkeklere gösterdikleri saygıyı göstermemeye başlarlar; sosyal
konumları artar ve oymak mülkiyetinin
ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla kadınların sözü geçmeye başlar.
Paleolitik
Cağ insanlarının yaşam şartları günümüzdeki kadar kolay değildir. Onların
yenilebilecek bitkiler ve avlanacak hayvanlar bulması iklim şartlarına göre değişir.
Mevsim kış olduğunda yiyecek bulmak çok zordur. Bu zorlu yaşam biçimi
beraberinde onların maneviyata bağlı düşüncelerini de şekillenmiştir ve etkilemiştir.
Onlar, yaşamın sonu, doğumu sürdüren güç (yumurta, tohum, kan), öldükten sonra
yaşam, yeniden doğum gibi soyut kavramları irdelemeye başlamışlar (Cıbıroğlu); bunun neticesinde de mağara duvarlarına işlenen kadın
resimleri, tanrıça heykelcikleri... vs. ortaya çıkmıştır.
Mağara
duvarlarına yapılan kadın resimleri ve küçük fildişi kadın heykelcikleri,
kadının simgeleştirilmiş doğurganlığını ululamak içindir. Çünkü insanları,
eşyayı yakalayıp ele geçiren kendine mal eden gizli güçtür. Büyücülük, avcılığı
daha verimli yapmaya, kadınları daha doğurgan etmeye yöneliktir (Ribard).
Böylelikle
de onlar, avlanmadan önce mağara duvarlarına hayvan figürleri, kadın vücutları çizmişler. Avın ve toplanan ürünlerin bol
olmasını dilemişlerdir.
Başka
bir şekilde duruma bakarsak, kadınların mağara duvarlarına çıplak ve cinsel
uzuvları belirtilmiş şekilde betimlenmeleri, o cağdaki erkek nüfusun kadınlara düşkünlüğünü
de vurguluyor olabilir. Zira bazı bilim adamlarının Venüs heykelciklerini
Paleolitik Cağ’ın erotizmi olarak yorumlamaları (Camphell ) da bu fikre dayanır.
Paleolitik
Cağ’ın mağara duvarlarına çizilen iri göğüslü, tombul vücutlu kadın resimleri
zamanla değişime ve gelişime uğrayarak ilkel görüntülerinden sıyrılarak,
bereketlilik ve doğurganlık ile ilgili Ana Tanrıça heykellerine, idollerine
donuşmuş olmalıdırlar. Büyük olasılıkla buradaki formlar, Frigler’deki tanrıça Kybele’ye
ikonografik açıdan olmasa da; anlayış olarak etkilemiştir. Ayrıca burada
anlatacağımız Venüs heykelcikleri, Ana Tanrıça kültünün en erken temsilcileri
olmaları açısından önemlidirler ve bunun içinde onlara değinmemiz önceliklidir.
Camphell’e göre: “Düşünce tarihi acısından son dönem Paleolitik Venüs
heykelcikleri kadının yaşamın başlangıcı ve devamlılığın vücut bulması ve
kendisinin bir formu olmayıp bütün formları kapsayan dünyevi maddenin
olumsuzluk simgesi olarak gören olumsuz ritüel ideanın saptanan en eski
ifadesidir.”
Yine Camphell, bu heykelcikler ile
tropik bitki yetiştiren toplumlar arasında bir bağlantı kurar; daha sonraki dönemlerde
tarımla uğraşan toplumlarda da, Toprak Ana ya da Yüce Anne olarak varlık gösteren
Ana Tanrıça ile aynı olduklarını söyler.
M.
Eliade: “Bu heykelciklerin dinsel işlevini
saptamaya olanak yoktur. Bu anlamda kadının kutsallığını, dolayısıyla tanrıçaların
büyüsel, dinsel güçlerini temsil ettikleri varsayılabilinir.”
Fransa’nın
güneydoğusunda, Sibirya’da, Baykal Gölü’ne ve Kuzey İtalya’dan Ren Nehri’ne kadar oldukça geniş bir alanı kaplayan Son Buzul
Çağı’na ait, boyları 5-25 cm. arasında olan
fildişi, kemik ve taştan yapılmış “Venüs”
olarak adlandırılan kadın heykelcikleri, Ana Tanrıça olgusunun şekillenmesi acısından tarihin en eski eserleri
olarak bilinir (Eliade). Kybele’nin bereketlilik
ve verimlilik sağlayıcı özelliği, onun kökenini incelerken Venüs olarak
adlandırılan doğurganlık ve bereketlilik ile ilgili tanrıçalara değinmemizi gerekli
kılar. Bunlardan: Laussel (Dordogne), Willendorf, Lespuque Venüsleri; Sovyetler
ve Çekostavakya’daki bereket tanrıçaları en dikkat çekici olan örneklerdir.
Laussel
(Dordogne) Venüs’ü, Güney Fransa’daki bir kaya sığınağının duvarına
yapılmıştır. Vücudu çıplaktır. Tombul vücutlu, geniş kalçalı, iri, sarkık göğüslüdür.
Sol eli ile karnını tutarken; sağ eliyle de bir boğa (bizon?) boynuzunu havaya kaldırmaktadır. Üzeri kırmızı boya ile boyanmıştır.
Bu tanrıçanın,
eli ile karnını tutması geleneğinin uzantısının Neolitik Cağ Anadolu’sunda Çatalhöyük
ve Hacılar’da
kadın heykelciklerinde devam ettiği görülür. Bu özellik, kadının doğurganlık özelliğinin
olduğunu gösteriyor.
Laussel
Venüs’ünün eliyle bir boğa boynuzunu tutması, boğa boynuzunun erkek tanrının
simgesi olabileceğini düşündürüyor. Erkek tanrılar, boğa kültü ile ilişkilidir.
(Üst Paleolitik Cağ mağaralarında ana
tema olarak işlenen boynuzlu hayvan kompozisyonlarının
böyle bir şekilde gündeme
getirilmeleri; bundan sonra gelen uzun zaman dilimlerinde-Neolitik,
Kalkolitik, hatta Bronz Cağı ve ondan
sonraki dönemlerde-tarih sahnesine yerleşecek olan son derece köklü inanışların
habercisidir. İnek/boğa kültünün daha bu cağlarda başlamış olduğu anlaşılmıştır
(Ateş, 2002: 55.) ).
Muhtemelen
bu kadın, elinde tuttuğu boğa boynuzuyla cinsel birleşmeye dayalı dinsel bir töreni
gerçekleştiriyordu. Bu uygulama sonrasında tanrı ve tanrıça birbirine kavuşmuş
olmalıdır. Böyle bir varsayım kabul edilebilinirse, Paleolitik Cağ’da tanrıça
ve boğa ya da ona ait bir parça ile temsil edilen tanrı arasındaki cinsel
birleşme, Kybele ve Attis törenlerinde,
tanrı ve tanrıçanın cinsel birleşmesi anlayışının uygulanma amacı ile aynı olmalıdır.
Nitekim tanrının boğa hayvanı ile ilişkilendirilmesi, onun bu hayvan gibi
cinsel güç ve istekliliğinin fazla olmasından olmalıdır. Bu isteklilikte,
tanrıça ile birleşme sonunda son buluyor.
Ayrıca,
Anadolu’daki ikiz tanrıça örnekleriyle benzerlik taşıyan bir eserin Laussel’de
bir kaya kabartmasında da bulunması, farklı bölgelerde bulunan eserlerin ortak
bir temaya sahip olması açısından dikkat çekicidir. Buradaki durum, bir
yumurtanın bölünmesinin simetrik kadın kompozisyonlarıyla anlatılmış olduğunu gösteriyor.
Willendorf Venusu, Aşağı Avusturya’da, bir lös birikintisinin içinde
bulunmuştur. Yumuşak yumurtamsı kireçtaşından yapılmıştır. 11 cm. boyunda, kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş çıplak
kadın heykelciğidir. Göğüs ve kalçaları aşırı
gelişmiş (steotopijik form) yapıdadır.
Kolları, balon gibi şişkin göğüslerinin iki yanında şerit gibi uzanmaktadır. Göbek deliği ve cinsel organı belirgindir. Kafası
oval, saçları belirtmek için kazıma çizgiler ve delikler kullanılmış olmalıdır.
Bu eser, ilkel dönemin insanlarının çoğalması ve doğum bereketini temsil ediyor olmalıdır. Willendorf
Venüs’ünün kırmızıya boyanmış olması bu eserin
bir ayin eşyası ve dinsel uygulamalarla ilintili olduğunu gösteriyor
(Ateş). Anadolu’da Willendorf Venüs’ü
ile karşılaştırabileceğimiz Amik
ovasından, Tell el Şeyh kazılarında ele geçirilmiş bir kadın heykelciği
(Kınal), Avrupa’da olduğu kadar Anadolu’da
da kadının doğurganlığını, üretkenliğinin önemsenen bir tema olduğunu göstermesi
acısından güzel bir örnektir.
Lespugue
Venüs’ü, Orinyasgen Cağ, mamut dişinden imal edilmiştir. Aşırı gelişmiş göğüs
ve kalçalı (steotopijik form), ilkel bir Ana Tanrıça, bereket tanrıçası kültünün çok erken bir belirtisine işaret eder.
Doini
Vestonice bereket tanrıçası, Çekoslovakya’da Unterwisnitz’de bulunmuştur. Çıplaktır.
Kalçaları ve göğüsleri aşırı bir şekilde büyük işlenerek abartılmıştır. Göğüsleri
sarkıktır. Vücut hatları kazıma çizgiler ile verilmiştir.
Sovyetler
Birliği, Gagarino’dan bereket tanrıçaları, çıplak, iri göğüslü,
geniş kalçalı ve göbeklidirler (steopijik form). Vücutları orantısızdır. Onların bu görüntüsü kadınların doğurganlığına
dayanan bereketliliği simgeliyor olmalıdır.
Ancak
buradaki kadın heykelciklerinde önemli bir nokta dikkati çeker. Hepsinin yüz uzuvları belirtilmemiştir.
M.
Ateş (2002: 79), yüzleri belirtilmeyen bu
kadın heykelciklerinin, üreme organlarının ön plana çıkarılmasının doğumun biyolojik
evreleri ile (hamilelik dönemi) ile ilgili olduğunu düşünür.
Tanrıçaların
iri göğüsleri ve dolgun vücut yapısı, kadının doğurganlığını üretkenliğini ve
besleyiciliğini simgeliyor olmalıdır. Bu eserlerin, bereketlilik ve verimlilik
ile ilişkisi dışında, Tanrıça Kybele
ile benzeyen başka bir özellikleri bulunmuyor gibi görünüyor. Biz bunu bildiğimiz
halde bereketlilik ve
verimlilik ile ilgili Ana Tanrıçaların en erken örneklerini Kybele’nin kökenini
incelerken gerekli bir ayrıntı olarak gördük. Böylelikle de bereketlilik,
doğurganlık ile ilgili Ana tanrıçaların değişik yerlerde de olsa aynı özellik çerçevesinde
şekillenmiş olduğunu anladık.
Venüs
heykelcikleri dışında istiridye-inci kültü de doğum ya da yeniden doğum ile ilişkili
olmasından dolayı önemlidir. Tüm Üst Paleolitik Cağ’a damgasını vuran inci-istiridye kültü mezarlarda kadın-ay-su yeniden oluşum kavramlarını bir arada kullanarak ölüm ve yeniden doğum fikrinin sembolik nesneler
vasıtasıyla anlatılmaya çalışıldığı görülür. Bu eşyalar, mezarlarda ölü
hediyesi olarak kullanılmışlardır. Bundan da Ust Paleolitik insanlarda da ölümden
korkma ve hayata geri dönme arzusunun gelişmiş olduğunu anlayabiliyoruz.
İstiridye
dışında, mezar içindeki olunun doğu-batı yönünde yatırılması, kırmızı aşı boyası ile boyanması; onların yeniden
doğmalarının istenmesindendir. Bu
davranışlar, dünyayı; anne, gömülmeyi; toprağın rahmine yeniden dönüş olarak gören anlayışın çok eski tarihlerde de kabul edilmiş
bir düşünce olduğunu gösterir.
Sonuç
olarak, Paleolitik Cağ’da öldükten sonra yeniden canlanma anlayışının olması,
en ilkel toplumlarda dahi olsa, zaman ve mekân fark etmeden ölüm korkusunun geçerliliğini
ilelebet koruyacağını gösterir. Kybele –
Attis mitosunda Attis’in ölmediği ve her yıl yeniden canlandığı şeklindeki
anlatımda da aynı anlayış görülüyor. Bu, tanrının yeniden canlanmasından ötürü,
Frigyalılar’ın mutlu ve sevinçli
olması da insanların ölüme karşı çaresiz kalması duygusundan kaynaklanıyor.
Burada da istiridye kabuklarının mezara konulması, ölünün kırmızı aşı boyası
ile boyanması onu yeniden hayata döndürerek, canlı haline kavuşturulmak ve üzüntülerden
kurtulmak için olmalıdır.
Ayrıca,
Paleolitik Cağ’da kadın temalı duvar resimlerinin olması, onların sadece
cinselliğinden ya da doğurganlığından ötürü olmamalıdır. Muhtemelen onlar, kutsal
varlıklar olarak görüldüklerinden ötürü de önemsenmişlerdir. Çünkü Paleolitik
toplumlarda erkekler avlanmaya gittiklerinde
evlerinin, çocuklarının bakımını eşlerine bırakıyorlar; onlara önemli
mesuliyetler yüklüyor olmalıdırlar. Uzun bir süre evlerine dönemeyen erkekler,
av bulana kadar yiyecek temini için dolaşıyorlar. Genelde Paleolitik insanların ataerkil oldukları söylenir ama aynanın bir
de diğer yüzüne baktığımızda durum hiçte öyle değildir. Onlarda da çocukların
babası yerine geçerek, onları kötülüklerden koruyarak, baba konumuna geçerek
aile içi yönetimde söz sahibi oldukları ve bunun sonucunda da duruma bağlı
erkek ve kadın egemenliğinin olduğu düşünülebilinir. O zaman da bu duvar resimleri,
kadınların gücünün duvardaki yansımasıdır.
* Paleolitik kelimesi, Yunanca palaios=eski ve lithos=taş
kelimelerinin birleşmesinden oluşur.
Post a Comment