Başımı okşa, Omuriliğim kurumasın
Başımı okşa, Omur iliğim kurumasın / (Fethi Demir)
Her
şey o ayrılıkla, kopuşla başlıyor, şekilleniyor. Keza birçok şey de o mecburi ayrılığa,
yakın ilişkinin sona ermesine ve oluşan boşluğu neyle ve nasıl doldurduğumuza bağlı.
Hatta belki kaderimizi bile bu seçimlerimizle belirliyoruz.
Yeni
doğmuş bir bebeğin yaşamının ilk döneminde benlik
sınırı yoktur. Kendisi ve dışındaki dünyayı birbirinden ayırt edemez. Bebek
kollarını ve bacaklarını oynattığında ona göre tüm dünya da hareket eder,
acıktığında bütün dünya da aç demektir. Annesinin kıpırdadığını gördüğünde,
kendisinin de kıpırdadığını sanır. Kendini beşiğinden, odasından ve ana
babasından ayırt edemez. Annesiyle kaynaşmıştır. Bebekle anne arasındaki
alışveriş herhangi bir nedenle kesintiye uğradığında; bebeğin ilerideki kimlik
duygusu en temel şekilde ve önemli derecede sakatlanır ve bu; eksik bir çocuk
ve eksik bir büyük olmasına neden olur.
Zamanla
kendini deneyimlemeye, yani dünyanın geri kalanından ayrı bir varlık olduğunu
anlamaya başlar. Bebek birinci yıldan (hatta bazı görüşlere göre 18 aydan) sonra
ancak bunun kendi kolu, ayağı, gözleri olduğunu, hatta kendi sesi, kendi
düşünceleri, kendi ağrısı ve kendi duyguları olduğunu bilebilir. Ölçüsünü ve
fiziksel sınırlarını bilmeye başlar. İşte zihinlerimizde yerleşmiş olan bu
sınırların bilgisi, bizim benlik (ego) sınırlarımızı oluşturur.
Uzun süre dokunulmadan bir yana bırakılan bebeklerin büyük bir gerilme gösterdikleri ve herhangi bir hastalığa hemen yenik düşebilecek bir durum içerisine girdikleri R. Spitz tarafından saptanmıştı (1945). Bu gözlem, duygusal yoksulluğun kötü sonuçları da birlikte getirebileceğini sergiliyordu. Böylece söz konusu gözlemler, dokunulma-uyarılma açlığı düşüncesinin oluşmasına neden oldu. Bu arada günlük deneyimlerimizden de anımsanabileceği gibi; en özlenen şeylerin başında, fiziksel uyarıların (dokunma) geldiği bir gerçektir.
Benzer
bir olay da duygusal yoksunlukla
ilgili olarak büyüklerde görülmektedir. Deneylerden de anlaşılacağı gibi
böylesine yoksunluklar geçici bir çıldırma haline (psikoz) veya geçici akli
karışıklıklara neden olabilirler. Geçmişte toplumsal ve duyusal yoksunluğun, tek başına uzun süre tutsaklık geçiren
kişilerde benzer etkiler yaptığı saptanmıştır. Gerçekte tek başına
tutsaklık, fiziksel acılar karşısında nasırlaşmış tutsakların bile korktukları
bir ceza biçimidir. Kişileri siyasal açıdan uyumlu, eğik başlı yapabilmek için
en çok kullanılan yoldur.
Olaya
biyolojik açıdan bakarsak, duygusal
yoksunluk büyük bir olasılıkla organik bazı değişikliklere neden olmakta veya bu
değişiklikleri harekete geçirmektedir. Omuriliğin ağ biçimindeki uyarı sistemi yeterince uyarılmadığı zaman, sinir
hücrelerinde yozlaştırıcı bazı değişmeler, en azından dolaylı olarak
oluşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında insanın yaşamını sürdürebilmesi için
yiyecek açlığı ne önem taşıyorsa, uyarılma
açlığı da aynı önemi taşımaktadır. Toplumsal ruhbilimcilerin konuya olan
ilgisinin temeli, büyüme süreci içinde çocuk annesinden ayrıldığı zaman nelerin olup bittiği sorusuna dayanmaktadır. Bu
sorunun bilimsellik dışındaki cevabı belki; “Eğer sizi kimse okşamazsa, omuriliğiniz kurur”
biçiminde söylenebilir.
Oysa
annesiyle arasında oluşan yakın ilişki
sona erince, kişi yaşamı boyunca yazgısına ve yaşama gücüne etki yapan bir
ikilemle karşı karşıya kalır. Bir uçtaki
sosyal, psikolojik ve biyolojik güçler; yaşadığı fiziksel yakınlığı sürdürmesini
engellemektedir. Yani belirli bir
yaştan sonra, anne kucağına ve süt emmeye geri dönemezsiniz. Öte uçtaysa bu (fiziksel yakınlığa,
dokunmaya) ulaşabilmek için süregelen
bir açlık vardır. Birey bu ikilemi dengelemek zorundadır. Bu dengeleme
uğraşısı sonucunda; sıradan ve “simgesel
dokunma” biçimleriyle yetinmeyi öğrenecektir. “Tanındığını” gösteren bir
davranış, (simgesel olarak) dokunma
ihtiyacının yerine geçebilecektir. Ancak özgün fiziksel dokunma için
duyduğu açlık varlığını sürdürecektir. Bu
iki uç arasındaki uzlaştırma çabası ne biçimde adlandırılırsa adlandırılsın sonuç;
çocuksu uyarılma-dokunma açlığından,
tanınma (fark edilme) açlığı denebilecek bir simgesel olguya geçiş olarak
ortaya çıkar.
Bu
uçları dengelemenin karmaşıklığı arttıkça, her birey tanınma isteği konusunda
giderek kişisel tavır içine girer. Bireylerin
farklı tavırları, davranışları da kendi yazgılarını
oluşturur ve sosyal ilişkilere de çeşitlilik getirir. Örneğin, bir sinema
oyuncusu omuriliğinin
kurumaması için bir hafta boyunca adsız, tanımadığı bir kitle olan yüzlerce
hayranı tarafından (alkış ve takdire) okşanmaya gereksinme duyarken, bir bilim
adamı fiziksel ve zihinsel olarak sağlığını sürdürebilmek için yılda bir kez
saygın bir bilgin tarafından (takdiri) okşanmayı yeterli görebilir.
“Okşama” genel olarak yakın
fiziksel dokunmayı tanımlar biçimde kullanılabilir. Uygulamada bu sözcüğe
çeşitli anlamlar yüklenir. Anlamını genişleterek “okşama” sözcüğünü, “başka
birisinin varlığını algıladığımızı gösterme tavrı” için de kullanabiliriz. Böylece okşama (tanıma); toplumsal eylemin
temel birimi olarak kullanılabilir. Okşama: alışveriş, bir karşılıklı davranış
(transaksiyon)
oluşturur; bu da toplumsal ilişkinin birimidir. Fareler üzerinde yapılan
bilimsel deneylerde ortaya çıkmıştır ki (S.Levine): Okşanma yoluyla yalnızca
fiziksel, zihinsel ve duygusal gelişmenin değil, ayrıca beynin biyokimyasının ve hatta kan kanserine karşı
direncin bile etkilendiği saptanmıştır.
Uyarılma
ve tanınma açlığının ardından, bu kez de düzenleme açlığı gelmektedir. İnsanlar
selamlaştıktan sonra ne yapacaklardır? “Merhaba”
eylem veya töreninin sonrası vardır. Yetişkin bir kişinin sürekli olarak peşini
bırakmayan sorun, “Merhaba dedikten sonra ona ne diyeceğim?”
düşüncesidir. Çoğu insan için, suskunluğun egemen olduğu bu toplumsal boşluk;
orada bulunanların,”Havalar da soğudu” veya “Ee daha daha ne haber?” sözlerinden
daha ilginç başka bir söyleşi yolu bulamadıkları düzenlenmemiş (veya düzenlenememiş) zaman aralığıdır. İnsanoğlunun
çağlardan bu yana süregelen sorunu; uyanık olduğu zamanları nasıl düzenleyeceğidir.
Denebilir ki, tüm toplumsal yaşamın işlevi, zamanı düzenleme işlemi için
gerekli karşılıklı paslaşmanın sağlanmasıdır. Zamanı düzenleme olgusunun eylemsel yanına programlama diyebiliriz.
Programlama eyleminin üç yönü vardır: maddesel,
toplumsal ve bireysel. Zamanı düzenlemenin çok bilinen, sağlıklı, yararcı
yöntemi “çalışma”dır. Tüm toplumsal ilişkiyi de kapsaması açısından, programlamadaki
eylemleri “Toplumsal etkinlik” diye adlandırmak daha geniş kapsamlı olacaktır.
Toplumsal
etkinliğin çoğunluğu oynanan oyunlardan oluşur dendiğinde, çoğunun eğlenceli oyunlar olduğu veya
kişilerin ilişkiler üzerine ciddi bir tavırla eğilmedikleri kastedilmemektedir. Kendini öldürmek,
alkol ve uyuşturucu madde alışkanlığı, suça yatkınlık, şizofren gibi trajik davranışları “oyun oynama” diye
tanımlamak sorumsuz, alaycı veya barbarca bir yaklaşım değildir. İnsan oyununun temel özelliği duyguların
düzmece olması değildir. Önde gelen özellik; oyunların kurallara göre
düzenlenmemiş olmasıdır. Zamanın doyurucu bir biçimde düzenlenmesi gibi
toplumsal işlevlerinin yanında bazı
oyunlar, bazı kişilerin sağlıklarının korumasında önemli görevler
yüklenirler. Eğlentilikler ve oyunlar; yakın ilişkilerimizdeki gerçek yaşamın
yerini alırlar.
Zamanı
düzenleme açlığıyla, uyarılma-dokunma açlığı; yaşam biçimimize etkileri
açısından eşdeğerdedirler. Tanınma
açlığı; duyusal ve duygusal (dokunma) açlıktan kaçma gereksinimini açığa vuran
olgudur. Tanınma ve uyarılma (dokunma) açlığı, kişiyi biyolojik çürümeye götürebilir.
Ayrıca düzenleme açlığı da, sıkıntıdan kaçma gereksinmesini açığa vurmaktadır. Kierkegaard,
düzenlenmemiş zamanın neden olduğu kötülüklere dikkati çekmiştir. Süresi uzadığı zaman sıkıntı; duygusal açlıkla eş
bir anlam kazanmakta ve aynı olumsuz sonuçları doğurmaktadır.
Oyun, iyice tanımlanmış,
önceden sezilebilecek bir sonuca doğru gelişen tamamlayıcı, gizli karşılıklı
davranış dizilerini içerir. Yalın bir anlatımla söz konusu olan; düzeni (dolap
çevirmeyi) ve aldatmacayı öngören bir dizi tavırlardır. Oyunlar iki temel
özellikleriyle “Yöntemler”, “Törenler” ve “Eğlentilikler”den ayrılık
gösterirler: (1) Gizlilik nitelikleri, (2) duygusal yarar sağlamaları. İlişkilerde
kullanılan “Yöntemler” başarılı, “Törenler” etkili, “Eğlentilikler” yararlı
olabilirler ancak bunların tümü doğru, içten özellikler gösterirler. Oysa her “Oyun”un
temel olarak dürüst olmayan bir yapısı vardır. Bitişiyse, coşkulu olmanın
ötesinde, dramatik nitelikler gösterir. Çocuk
“yetiştirmek”; çocuğa öncelikle hangi oyunları oynayacağını öğretmektir.
Oyunlar kuşaklardan kuşaklara geçerek varlıklarını sürdürürler. Bu süreçte
başarılı bir ruh hekimi işin içine
karışmazsa torunlarına ileteceklerdir. Bu nedenle oyun çözümlemesi;
yüzyıllık bir geçmişi ve en az elli yıllık bir geleceği kapsayacak tarihsel bir
alan içerisinde yer almalıdır.
Tabii
ki bu “Oyun”larda önemli olan, hangi benlik durumlarını takınarak karşılıklı
iletişim kurulduğudur. Uygulama dilinde benlik durumu; uyumlu duygular sistemi
ve uyumlu bir dizi davranış biçimleri diye tanımlanabilir. Benlik durumları:
1) Ana-baba (Ebeveyn) kişiliklerine benzeyen
benlik durumları
2) Gerçeğin
nesnel olarak değerlendirilmesine bağımsız olarak yöneltilmiş (Yetişkin) benlik
durumları
3) Geçmişteki,
ilk çocukluk yıllarını yansıtan davranışları sergileyen
(Çocuk) benlik durumları
Bu
benlik durumlarına kavramsal olarak: dış ruhsal, yeni ruhsal ve eski ruhsal
benlik durumları denmektedir. Konuşma dilindeyse bu durumlar; Ana-baba, Yetişkin ve Çocuk yaklaşımları
olarak tanımlanmaktadır. Bu olağan terimler, karmaşık bilimsel tartışmalar
dışında, amaçlara da uygun gelmektedir. Anlatılmak istenen, topluluktaki her
bireyin belirli bir zaman içinde Ana-baba, Yetişkin ya da Çocuk benlik durumunu
sergileyebileceği gerçeğidir.
Bu
benlik durumları birbirlerinden belirgin bir biçimde ayrılırlar. Çünkü
aralarında büyük farklar vardır. Çoğu kez birbirlerine aykırı tutumlar
içindedirler.
·
Çocuk
benlik durumunu tanımlama için “çocuksu” sözcüğü kullanılır; daha çok biyolojik
temele dayalı bir sözcüktür. … Sevimlidir,
eğlendiricidir, yaratıcıdır.
·
Bu
sistem içinde, “olgunlaşmamış kişi”
biçiminde bir tanım yoktur. Yalnızca Çocuğun uygunsuz ve verimsiz bir biçimde
egemenliğine girmiş bulunan insanlar vardır. Oysa bu insanlarda eksiksiz,
sağlıklı oluşmuş bir “Yetişkin” bulunmaktadır. Ortaya çıkarılmasını, eyleme
sokulmasını beklemektedir. Öte yandan “olgun insan” denilen kişiler; “Yetişkin”i çoğu zaman denetim görevinde
tutmayı beceren kimselerdir. Yine de herkesinki gibi onların “Çocuğu” da
ilk fırsatta uyumu bozan sonuçlar yaratarak ortaya çıkacaktır.
·
“Ana-baba”
durumunun, doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki biçimde sergilendiğini gözden
kaçırmamak gerekir. Birinci durumda onlardan (ana-babası) birinin yerine geçer.
İkincisindeyse onların istediklerine göre uyumlu bir davranış içine girer.
·
Böylece
kişideki “Çocuk” iki biçimde sergilenir: uyumlu Çocuk ve doğal Çocuk. Uyumlu
çocuk, ebeveynlerinin istediği biçimde davranır. Doğal Çocuk kendiliğinden bir
anlatım oluşturur: Başkaldırı ya da yaratıcılık gibi. Yapısal çözümlemenin
doğrulanmasını, sarhoşluğun ortaya koyduğu sonuçlarda görebiliriz. Sarhoşluk genellikle
ve öncelikle Ana-babayı etkisiz duruma getirir; böylece uyumlu Çocuk, Ana-baba
baskısından kurtulur. Bu kurtuluş sonucu doğal Çocuğa dönüşür.
·
Özel
ilişkiler dışında sergilenen içtenliğe, açık gönüllülüğe, toplum çatık kaşlı
bir yaklaşım içindedir. İyi niyetli kişiler; yakın özel ilişkilerin kötüye
kullanılma olasılığının bulunduğunu bilirler. “Çocuk” benlik durumu da bu yakınlıktan korkar, çünkü bu tür ilişkilerde
tüm maskelerin kalkması gerektiğini bilir. İnsanlar kendilerini yakın
ilişkilerin tehlikeli kucağına atmadan, “Eğlentilik”lerin sıkıcı havasından
kurtulabilmek için olanak buldukça “Oyun”
oynamaya yönelirler. Toplumsal ilişkilerin önemli bir bölümü bu oyunlarla
oluşur.
Her üç kişiliğin
görünümü de; yaşam ve yaşamın sürdürülebilmesi açısından büyük değer
taşımaktadır. Sağlıklı ve verimli bir yaşam içinde, üç kişilik yapısı da eşit
olarak yerlerini korurlar. Toplumsal ilişki eylemleri yani Transaksiyonlar;
basit (yanlızca iki ego durumu arasında) veya karmaşık (iki veya üç ego durumu
arasında) olabilirler.
Konuyu
biraz da örneklerle anlamaya çalışırsak:
Yetişkinden
- Yetişkine uyarı; “Son zamanlarda niye
bu kadar içtiğinin nedenini bulmamız gerekir sanırım”. Yetişkin cevap
“Bulmamız gerekir sanırım ben de merak ediyorum”. Ya da “Kol düğmelerimin nerede olduğunu biliyor musun?”
sorusuna Yetişkin cevap: “Masanın üzerinde” veya “geliyorum birlikte arayalım”.
Eğer tepki gösteren kişi sinirlenirse her iki duruma da karşılıklar, “Sen sürekli olarak beni eleştiriyorsun,
tıpkı babam gibisin”. Ya da “Her şey için beni suçlarsın” biçiminde ortaya
çıkabilir. Bunların her ikisi de Çocuk’tan
Ana-baba’ya ulaşan tepkilerdir.
-
Satıcı:
“Bu daha iyidir, ancak size pahalı gelir.”
- Ev
Kadını:
“İyisini alacağım”.
Satıcı
yetişkin olarak iki nesnel gerçeği ortaya koymaktadır. Görünüşte ya da
toplumsal düzeyde bu sözler ev kadınının Yetişkin’ine yöneltilmektedir. Fakat deneyimli
satıcı sorularını ev kadınının Çocuğuna yöneltmektedir:
“Parasal sonuçları ne
olursa olsun, bu kibirli herife diğer alıcılardan aşağı olmadığımı
göstereceğim”.
Katlı,
gizli bir karşılıklı davranış üç benlik durumunu da ilgilendirir ve genellikle
flört oyunlarında görülür:
-
Kovboy: “Gelin, size samanlığı göstereyim”
-
Konuk Bayan: “Küçüklüğümden beri
samanlıklara özlem duyarım”
Toplumsal
düzeyde söz konusu olan samanlıklarla ilgili bir yetişkin konuşmasıdır. Ruhsal
düzeyde cinsel ipuçları nedeniyle etkili olan “Yetişkin”miş gibi görülmektedir.
Ancak birçok oyunda olduğu gibi sonucu “Çocuk” saptayacaktır.
Muhtaç
birini gördüğümüzde:
- Ebeveyn yanımız: “boş ver, bu para ancak
sana yeter” diye bizi yardım etmekten alıkoymaya çalışır;
- Çocuk yanımız ise; “bütün paranı ona ver”
diyerek bizi parasız bırakmaya yönlendirir;
- Yetişkin yanımız devreye girerek,
"paranın gerekli kısmını kendine sakla, bir kısmını da ona ver" diye
orta yolu bulmamıza yardım eder.
Sağlıklı
insan; "anne baba, çocuk” benlik durumlarını, "yetişkin" benlik
durumunun denetiminde kullanabilen kimsedir. Yani, özerkliğini kazanmış ve
bütünleşmiş benlik durumuna sahip olan kimse ruhsal bakımdan sağlıklıdır.
Sağlıklı olan bireyler, her üç benliği duruma göre kullanırlar.
Yukarıda
özetlemeye çalıştığım konu: Dr. Eric Berne’nin temelini attığı “Transaksiyonel
Analiz”; psikolojik kişilik çözümleme ve toplumsal iletişim çözümleme yöntemidir.
Berne’nin kitabını okuduğumda çok etkilenmiş ve olağanüstü çarpıcı bir
yaklaşımla karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm. Daha sonra merak edip
araştırdığımda gördüm ki; Berne bu yaklaşımıyla bilimsel bir ekol oluşturmuş. Berne,
Freud'dan çok etkilenmesine rağmen, geliştirdiği kuram psikanalitik kuramdan
farklıdır.
Profesyonel
olarak psikoloji ile ilgilenenler dışındakiler için bile, kişilik açısından kendimiz
veya çevremizi anlama ve algılamada, farkındalığın artması bakımından çok
önemli bir yaklaşım. Bu nedenle konu biraz daha detaylı incelenirse; özelikle çevremizle
olan “Kişiler arası iletişim” çözümlemesi açısından büyük yararlar elde edilecektir.
Belki hayatı çözmeye veya biraz daha kolaylaştırmaya bir adım daha atmamızı
sağlayacaktır.
Fethi Demir, 23 Şubat 2015 / http://www.felsefetasi.org/basimi-oksa-omuriligim-kurumasin/
Kaynaklar:
-
“Hayat denen oyun” / Dr. Eric Berne
-
"Az Seçilen Yol" / Dr. M. Scott Peck
-
http://ta.org.tr/
-
http://en.wikipedia.org/wiki/Eric_Berne
-
http://en.wikipedia.org/wiki/Transactional_analysis
Post a Comment