Toplumsal hayaller: Ütopya'lar, Distopyalar
Turşumu nasıl taşırım oraya? Hayal ve Ütopya/ (Fethi Demir)
Uçabiliyor
musunuz? Hayallerinizde yani, madde kullanmadan. Yine hayallerinizde piyangodan
birkaç milyon kazanıp, günlük sorunları halletmeniz sonrasında, kendi keyif ve
huzur dünyanızı oluşturuyorsunuzdur mutlaka. Ya sonrasında, ya da bunun dışında
neler hayal edebiliyorsunuz? Hayallerinizde ne kadar özgürsünüz, ne kadar
yükseğe çıkabiliyorsunuz, ne kadar ileri gidebiliyorsunuz?
Neden
Hayal kurarız hiç düşündünüz mü? Öncelikle biliriz ki hayal kurduğumuzda,
bilimsel adı her neyse mutluluk hormonumuz salgılanmaya başlar ve bize mutluluk
verir. Yani hayal eğlencelidir; bizi eğlendirir ve iyi hissetmemizi sağlar. Düşünsenize;
Nasrettin Hoca’yı “Uzay Yolunda”ki Mr.Spak ile uzay gemisinde sohbet ederken
hayal etmemize kim engel olabilir ki?
Hem
hayal yenilikçidir, geleceğe dair planlar yapmamıza, ilerlememize katkıda
bulunur. Bir ihtimal gelecekte olanaklarımız genişlediğinde, “şimdi ne
yapacaktım ben” sıkıntısına düşmeyiz, hayal ettiklerimizi yerine getiririz. Ayrıca
içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumdan veya yalnızlıktan bir an olsun bizi
kurtarır ve kurtulacağımız ümidini arttırır.
Uyurken
gördüğümüz düşlerimizin de sınırı, gem’i yoktur, uçarlar, kayarlar, düşer
kalkarlar. Düşler ve hayaller birbirini besler karşılıklı. Kendimizi bunların
güzel dünyasına fazlaca kaptırdığımızda, buradan uçup oraya konmak ve hep hayal
âleminde yaşamak isteriz.
Hayallerin ve düşlerin sınırı yoktur sanırız.
Ama maalesef mevcut eğitim sistemleri, geniş bir hayal gücüyle dünyaya gelmiş
olan çocuğu eğitirken, hayal dünyasını da daraltır. Bu daraltma doğru mudur
yanlış mıdır, üzerine çok tartışılan ve tartışılacak olan bir noktadır. Çocuğa
hayatın “gerçek”lerinden bahsedip onun doğayı “saf algı”sından kopardığınızda,
daraltmaya başlarsınız hayal ve algı dünyasını. Sorun şurada ki; günümüzde
kimse “saf algı” düzleminde kalarak, o bilgileri kullanarak geçimini
sağlayamıyor, karnını doyuramıyor. Dolayısıyla çarkın dönebilmesi için, oradan
kopartmak gerçekliğiyle karşı karşıyadır eğitim sistemi.
Hayal
sadece bilincimizde oluşmakla kalmaz, eyleme de dökülür. Örneğin Sanat; en genel anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün estetik
ifadesi olarak açıklanır.
Bazı insanlar,
kendileri için hayal kurmakla birlikte, diğer insanlarla oluşturdukları
guruplar için de hayal kurmuşlardır. Daha iyi bir dünya için, Toplumsal yapı hakkında kurulan hayalin adı
da; Ütopya’dır. Ütopya; “ideal veya karşı ideali temsil eden bir toplum
düzeni ya da yönetim biçimi ortaya koyan tasarım” diye de tanımlanabilir.
Ütopya kelimesi bütün dünya dillerine Thomas
More (1478 – 1535)’un aynı adı
taşıyan kitabından geçmiştir. More bu kelimeyi, eski
Yunancanın ou (değil) ve topos (yer) kelimelerinden, ‘hiçbir yerde olmayan’
veya ‘olmayan yer’ anlamında türetmiştir. Thomas More, yalnızca iki Yunan
kelimesinin (outopos “hiçbir yer”,
eutopos “iyi yer”) tipik nükteli bir bitiştirilmesiyle “ütopya” kelimesini
icat etmedi, ütopya
kavramının içeriğini de icat etti. Bu yeni kavramın bir kısmı edebi
bir form; daha önemlisi, insani ve toplumsal dönüşümün olanaklarına yönelik
yeni ve geniş kapsamlı bir anlayıştı.
More’un
Ütopya kavramıyla tarihte geriye doğru gittiğimizde görüyoruz ki, Platon (M.Ö. 427-347), "Devlet (Politeia)" adlı eserinde ideal devleti açıklamaya
çalışmıştı. Platon’un “Devlet”inde üç sınıf vardır:
-
Toplumu
besleyecek olan köylü - işçi ve zanaatçılar sınıfı,
-
Toplumsal
düzeni koruyacak olan bekçiler (savaşçılar) sınıfı,
-
Amacı
buyurmak olan yargıçlar (yöneticiler) sınıfı.
Buradan
rahatlıkla anlaşılacağı gibi; köylü sınıfı çalışarak üretecek, savaşçı sınıf
toplumsal düzeni sağlayacak ve Devlet’i koruyacak, diğer sınıf ta yönetecektir.
Olası bozulmayı engellemek için; “savaşçı ve yönetici” sınıfının, evlenme,
çocuk sahibi olma ve mülk edinmeye hakkı yoktur. Platon, bunu eleştirenleri şöyle
yanıtlar: "Biz, devleti kurarken bir sınıf yurttaşı mutlu etmeyi
değil, bütün devlete olabildiğince mutluluk sağlamayı amaç edinmiştik. Çünkü biz
bir azınlığın değil, herkesin mutluluğunu istiyoruz".
Thomas
More’un Ütopya’sı
ise sınıfsız bir toplumdur, insanlar ve cinsiyetler arasında eşitlik hâkimdir.
İnsanlar günde sadece 6 saat çalışırlar, böylece bilim ve sanata daha fazla
zaman ayırırlar. Her kötülüğün başı olan mülkiyet, Ütopya’da yoktur, bireyler
mülk sahibi olamazlar. Ütopya'lılar her on
yılda bir, numara çekerek, evlerini değiştirirler, başka bir eve taşınırlar.
Ömür boyu aynı evde oturan bir kişinin, o evi artık kendi öz malı saymasından daha doğal bir şey olamaz. Böyle bir mülkiyet
duygusunun gelişmesini ise önlemek gerekir. More bunu düşündüğü gibi,
adanın ayrıntısıyla her şeyini, otellerini bile düşünmüştür. Gerçi Ütopya'ya
pek az sayıda yabancı gelir ama onlara ayrılan dayalı döşeli evler vardır gene
de.
Ütopya'lıların
oturdukları evlerin yanında, her sokakta ortaklaşa kullanıp toplandıkları ve
birlikte yemek yedikleri büyük bir ev vardır. Gerçi bir Ütopya'lının çarsıdan
yiyecek alıp kendi evinde yemesi yasak değildir ama Ütopya'lılar evlerinde mutfak işleriyle uğraşmayı saçma bulurlar.
Kadınların nöbetleşe pişirdikleri lezzetli yemekleri büyük evde hep beraber
yemeyi yeğlerler.
Ütopya devletinin yönetimi, demokratik bir düzen üstüne
kuruludur. Her kentte yılda bir, otuzar aile gizli oyla bir yönetici seçer. Bu yöneticiler de,
halkın gösterdiği dört aday arasından, gene gizli oyla, Kent başkanını
seçerler. Yurttaşların ekonomik açıdan eşitliği üstüne kurulduğu için, gerçek
anlamda bir demokrasi yönetimi olan Ütopya'da, bu eşitliğin bir simgesi olarak,
herkes bir örnek
giyinir. Ancak kadınlarla erkeklerin, bekârlarla evlilerin kılıkları
arasında bazı küçük ayrımlar vardır. Yöneticiler ve din adamları da, tıpkı
öteki Ütopya'lılar gibi giyinirler. Kışın da yazın da giyilebilen bu giysilerde
hem güzellik hem de rahatlık aranır. Ütopya'lılar güzelliğe çok önem vermekle
beraber, kadınların yüzlerini gözlerini boyamalarını, altınlar,
inciler, elmaslar takınmalarını pek gülünç bulurlar.
Ütopya'da evliliğin
mutlu olmasına büyük önem verilir. Kızlar 18, erkekler de 22 yasından önce
evlenemezler. Bekâret çok önemlidir. Ütopya toplumunda kadın, cinsel açıdan bir
mal sayılmaktan kurtulduğu ve erkekle eşit olduğu halde, gene de, ailenin başı
erkektir.
Tommaso Campanella (1568 – 1639) ‘nın, “Güneş Ülkesi” eseri de bir başka önemli
Ütopya yazınıdır. Campanella, Güneş Ülkesi'nin son kısmında, görüşlerini
savunurken, biraz Platon'a, ama Platon'dan çok daha fazla Sir Thomas More'a
borçlu olduğunu açıklar. O “Bizden yana kanıtlar yanında, yakınlarda şehit
edilen Thomas More'un düşsel devleti Ütopya gelir. Güneş ülkesinin kurumlarını
tasarlarken onu örnek aldık” demektedir.
Güneş Ülkesinde de mülkiyet yoktur, evleri, odaları,
yatakları ve gerekli bütün eşyaları ortaktır. Her altı ayda bir, yöneticiler herkese hangi
çevrede, hangi evde, hangi odada kalacağını bildirir. Her odanın
kapısında, içinde geçici olarak oturanın adı yazılıdır. Kent'in her çemberinin
kendi özel mutfağı, kileri, kap kaçağı vardır. Her mutfağı, görmüş geçirmiş
yaşlı bir kadınla yaşlı bir erkek yönetir. Bunlar görevlerini savsaklayan
tembelleri, beceriksizleri ya da dik kafalıları ya kendileri döver ya da
dövdürebilirler. Bunlar, kız ya da erkek çocukların hangi işlere yatkın
olduklarını bulup ortaya çıkarırlar. Yemekler bu mutfaklarda hep birlikte
yenir.
Güneş Ülkesi’nde
devletin yönetim sekli monarşidir.
Metafizikçi (baş rahip) adı verilen ve mutlak söz sahibi olan bir yöneticiye bağlı
üç yönetici; güç, sevgi, akıl ülkeyi idare eder. Bu üçüne bağlı daha küçük yöneticiler
de vardır.
Güneş Ülkeliler,
Ütopya'lılardan bile daha az çalışırlar. Günde ancak dört saattir zorunlu
çalışma. Boş zamanlarını, tıpkı Ütopya'lılar gibi, ilginç bilgiler edinmeye,
okumaya, tartışmaya, gezmeye, kısaca beden ve zihnin gelişmesine yarayan
faydalı ve hoş işlere harcarlar.
Güneş Ülkesinde cinsel yaşam, aslında sevgiyle pek
ilgisi olmayan, ama Sevgi adını taşıyan yöneticinin mutlak denetimi altındadır.
Üreme için
aranan yaş erkeklerde 21, kadınlarda 19’dur. Çelimsiz kimseler için
bu süre uzayabilir. Bekâret önemli değildir. Çiftleşmeler şu kurala göre
düzenlenir: Boylu poslu güzel kadınlar iri yarı, güçlü kuvvetli erkeklerle; şişman
erkekler sıska kadınlarla; zayıf kadınlar da şişman erkeklerle birleştirilir ve
böylece, aşırılıklar arasında denge kurarak soylarının bozulmamasına dikkat
edilir. Çünkü Güneş Ülkesi’nde çiftleşme isi tek tek insanların zevki için
değil, toplumun yararı bakımından
etraflıca düzenlenmiştir. Bütün erdemlerin gelişmesi; beden yapısındaki mutlu
dengeye bağlıdır.
Aile konusunda Campanella'nın bir özelliği de,
Thomas More'un özel mülkiyette bulduğu bütün kötülükleri ailede bulmasıdır. Thomas More hırsızlık,
kavga, öldürme, kıskançlık, yalan gibi bütün kötülüklerin kaynağını özel mülkiyetin varlığında bulmaktaydı.
Tommaso Campanella da bütün bunların kaynağını ailenin varlığında bulmaktadır. Ona göre kötülüklerin tümü; kadına
ve çocuklara verilen değerden doğar. Bu değerler ortadan kalkarsa kötülükler
çok azalacaktır. Bu noktada da More ile Campanella arasında bir ayrılık vardır.
More, özel mülkiyetin kaldırılmasıyla kötülüklerin tümüyle ortadan kalkacağına
inanıyordu. Campanella, ailenin kaldırılmasıyla kötülüklerin büsbütün ortadan kalkacağına
inanmıyor, sadece azalacaklarını söylüyor. Bu düşüncenin sonucu olarak da Güneş
Ülkesinde güçlü bir ceza hukuku ve ceza sistemi vardır.
Francis Bacon (1561 -
1626)’un “Yeni Atlantis” isimli eserini de Ütopya’lar arasında sayabiliriz.
“Yeni
Atlantis”;
kendisinden önce yazılan ve ideal bir devleti anlatan yapıtların etkisinde
kalmıştır. Platon'un "Devlet"i gibi
siyasal felsefe yapıtı olmadığı gibi, Sir Thomas More'un "Utopia"sı
gibi ekonomik bir eleştiri veya yerme de içermez. Daha çok kişisel bir ideal ve düşlem ürünüdür. “Ben Salem” halkının ahlak ve töreler
üzerine anlattığı şeyler, insanlığın
nasıl olması gerektiği konusunda Bacon'ın düşüncelerini
göstermektedir. "Bu halkta görülen, akla uygun dindarlık, ağırbaşlı
neşe, ince nezaket ve iyilikseverlik, eli açıklık
ve konukseverlik, resmi yaşamda bağlılık, özel yaşamda
namus, ağırbaşlılık ve terbiye,
düzen, nezaket, ciddi çalışkanlık kendisinin
olgunluk düzeyine eriştiğini gösterir." Anlattığı
toplumsal kurumlar yeni bir ulusal özyapı oluşumu için birer araç
olmaktan çok, bu erdemli niteliklerin doğal sonucu ve
anlatımıdır.
Karl Marx (1818 - 1883); Fransız
devrimi sonrası bazı düşünürlerin (Fransız Saint-Simon,
Fourier ve İngiliz Rober Owen) görüşlerini "Ütopik
Sosyalizm" olarak nitelemiş ve kendi görüşünü "Bilimsel
Sosyalizm" olarak tanımlamıştır.
Marx, üretim
araçlarını elinde tutarak kapitalist sistemi işleten burjuva sınıfının ve
kurduğu diktatörlüğün, yıkılarak yerine sömürülen sınıfın yani proletaryanın
diktatörlüğünün geçeceğini belirtmiştir. Marx'ta proletarya diktatörlüğü, kapitalist toplumdan komünist topluma giden yolda ara bir aşamadır. Komünist toplumun alt-evresi olarak
tasarlanan sosyalizm, (zorunlu bir geçiş noktası
olarak) proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.
Komünizm; üretim araçlarının
ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız,
parasız ve devletsiz bir toplumsal düzendir. Sadece üretim araçlarının
ortaklaşalığına dayanan sosyalizmden ayırt edilmesi gerekir. Komünizm de, bu gurupta bahsedilen diğer
tarifler gibi klasman olarak bir Ütopya’dır.
More ile başlayan
ütopya geleneği beş asırdır güncelliğini korumaktadır. Bu alanda onlarca kitap
yazılmıştır. Ütopyadan
çoğunlukla sosyalist - komünist düşünürler etkilenmiş ve faydalanmışlardır.
Moskova'da bir parka dikilen
sütunda, Ekim Devrimi'nden önce Marxizm'e katkıda bulunan on düşünürün adı vardır. Bu anıtta, Thomas More ile birlikte
Campanella'nın da adının bulunmasının nedeni herhalde budur.
Fakat insan
doğasındaki farklılık ve eğilimler, ütopyaları kısa ömürlü kılmıştır.
Yazılanlar arasında içerik açısından benzerlikler çok fazladır. Bu da ütopyayı
durağanlaştırmıştır. Bu noktada ters ütopyalar (Distopya’lar) devreye girmiş ve
hep mutluluk özlemi içinde olan ütopyaların korkuları olmuşlardır. Distopya’lara örnek olarak; George Orwell’in 1984’ü ve
Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya'sını sayılabilir.
Öncelikle
insanlık olarak; birey olan kendimiz veya toplum için hayal kurduğumuzda, yeterince
geniş ve hür düşünceli olmadığımızı tespit edebiliyoruz. Yazar-Tasarımcıların
hepsi, geniş ve ileriyi gören düşüncelere sahip olmakla birlikte, içerisinde
yetiştikleri toplumun etkilerini eserlerine de yansıtmışlardır. Ayrıca
“Ütopya”larımız da; maalesef totaliterler ve insan doğasındaki “farklılaşma/birey
olma” talebini karşılamıyor,
bilinçli olarak göz ardı ediyorlar. Daha
doğrusu bireyselliği, toplumsallığa feda ediyorlar.
More’da 10
yılda bir, Companella’da ise 6 ayda bir ev değiştirmek ve yemeklerinizi
mahalledekiler ile birlikte toplu yemek zorundasınız. Örneğin çok kalabalık
ailede yetişmiş, toplumsal paylaşıma alışkın insanları bir kenara bırakalım.
“Sırt çantam hazır, her an dağlar, yaylalar, çiçekler, böcekler, özgür insan”
modelini de ayıralım. Diyelim ki bir “yerleşik düzen insanısınız” ve de çok
pahalı olmayan ucuz-küçük zevkler geliştirmişsiniz kendinize. Hani “mutluluk
küçük şeylerden zevk almasını bilmektir” düsturundasınız. Yahu ellerinizle ve kendi zevkinize göre
yaptığınız turşu bidonunu, 6 ayda bir evden eve nasıl taşır, nereye sığdırırsınız?
Dünyada
var olan “İnsan toplumu” olarak, medeniyet tarihimiz boyunca çeşitli
sosyo-ekonomik sistemler “deneyimliyoruz”.
Bazı sistemlerde yaşayarak gördük ki; kişinin “farklılaşma/birey olma”
talebi toplumsallığa feda edilip göz ardı edildiğinde, işler doğru yürümüyor.
Fakat günümüzde çoğu toplumlarda yaygın olan sistemlerde de görüyoruz ki;
“farklılaşma/birey olma” talebinin desteklenmesi veya abartılmasının da insan
doğasına hiç uygun değil ve doğru
sonuçlara yol açmıyor. Hele ki bu paradoksa “mülkiyet” talebi veya kavramını da
eklersek, iyice içinden çıkılmaz hal alıyor.
Eşitlik
ve Özgürlük kavramlarıyla bu karmaşanın içerisinden çıkamayız. Eşitliğe yer vermeyen özgürlük; toplumu mutlu azınlık ve
yoksul çoğunluk şeklinde ikiye böler. Ancak eşitliği temel alan ama
özgürlüğe yer vermeyen yaklaşım da oldukça sorunludur. Çünkü eşitlik ile
özgürlük bir bütünün iki parçasıdır, birinin çoğalması diğerini azaltır. Oysa
insanların ve onlardan oluşan toplumların her ikisine de gereksinimleri
vardır. Bu nedenle bunları kaynaştırabilecek üçüncü bir kavrama başvurmak
gerekmiştir; o da adalettir.
Hayal’in
sınırı olmadığını söyledik, keza toplumsal hayalin adının da Ütopya olduğunu.
İnsanlık olarak; tüm insanları kapsayacak, “özgürlük, eşitlik ve adaleti” birbirine
dengeli kılan, insan doğasına uygun bir toplum düzeni ya da yönetim biçimi,
yani uyarlanabilir bir Ütopya ortaya koyamayacak mıyız?
Fethi Demir, 23 Mart 2015 / http://www.felsefetasi.org/tursumu-nasil-tasirim-oraya-hayal-ve-utopya/
Kaynaklar:
Thomas
More, ‘Ütopya’
Tommaso
Campanella, ‘Güneş Ülkesi’
Francis
Bacon, ‘Yeni Atlantis’
Friedrich
Engels, ‘Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm’
K.Marx,
F.Engels, ‘Komünist Manifesto’
Post a Comment