GILGAMIŞ DESTANI -tümü- ( 3/4 )
GILGAMIŞ DESTANI -tümü- ( 3/4 )
YEDİNCİ TABLET
"Arkadaş, neden ötürü yalnızca büyük tanrılar
birbirlerine danıştılar? Bu gece gördüğüm bir düşü dinle: Anu, Enlil, Ea ve
göksel Şamaş toplandılar. Anu, Enlil'e dedi: "Gökyüzünün boğasını
öldürdüklerinden, Humbaba'yı vurduklarından ve dağın katranını devirdiklerinden
içlerinden birisi ölsün!"
Fakat Enlil dedi: "Engidu
ölsün, ama Gılgamış ölmesin."
Bundan sonra göksel Şamaş kahraman Enlil'e dedi:
"Onlar gökyüzünün boğasını ve Humbaba'yı senin sözün
üzerine öldürmediler mi? Şimdi Engidu suçsuz yere mi ölecek?" [70 Schott, burada
yalnızca Boğazköy'de ele geçen metne göre "senin" diyeceği yerde
"benim" diye bir değişiklik yapmıştır. Bunun için de şu iki nedeni
ileri sürmektedir:
1. Gılgamış'ın, Humbaba'nın üzerine
yaptığı sefere Şamaş neden olmuştur, diyor. Hâlbuki Şamaş'ın bu sefere neden
olduğunu ben, ozanımızda göremiyorum. Gılgamış bu sefere gitmeye kendi karar
vermiştir. Ancak Şamaş, seferde Gılgamış'ı korumuştur.
2. Schott, Enlil'in Humbaba'yı ormana
bekçi olarak koyduğunu ve onun ölümüne neden olduğunu ileri sürüyor. Buna
verilecek yanıt şu olabilir: Kutsal katran devrildikten sonra, bekçiye gerek
yoktur. Hem Gılgamış, katranların kerestesinden Şamaş için değil, Enlil için
bir kapı yaptırmıştır. Sanatlı olarak yapılan bu kapı, Gılgamış'ın Enlil'e
karşı duyduğu minnet duygusunun bir anlatımıdır (Prof. Landsberger)]
Enlil göksel Şamaş'a kızdı: "Çünkü sen, onların dengiymişsin gibi,
her gün aşağıya, yanlarına gidiyorsun!"
Hasta olan Engidu, orada Gılgamış'ın ayaklarının dibine
düşüp kaldı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Gözlerinden yaşlar boşanan Engidu'ya
Gılgamış dedi: "Kardeş, sevgili kardeş! Neden kardeşimin yerine beni
suçsuz saydılar?"
Öyleyse: "Şimdi ben bir ruh yanında mı oturuyorum?
Ruhların yeryüzüne çıktığı kapının dibinde mi oturuyorum [71 Açık olarak anlaşılamayan bu
satırlarda, sözü edilen kapıya bir anıştırmada bulunulmuştur. Bu kapı seferin
ganimetidir. Ve Enlil'e yapılacak bir sunudur. Sefer de bu ruh coşkunluğu
içinde yapılmıştır. Halbuki Enlil için katlanılan bunca özveriye, güçlüğe ve
yorgunluğa karşı Enlil değerbilmezlik gösteriyor. İşte bu yüzden Engidu
hırsından patlıyor, ama doğrudan doğruya tanrıya dil uzatamayıp hırsını bir
çocuk gibi kapıdan ve bu dramda ancak bir uşak rolü oynayan fahişeden alıyor
(Prof. Landsberger)]?
Benim sevgili kardeşimi bundan böyle gözlerimle göremeyecek miyim?"
(Görünüşe göre bunu izleyen 13 satırlık boşlukta, belki
Engidu'nun sıtma sabuklaması sırasında [72 Engidu'nun sözleri belki sıtma sabuklamasıyla söylenmiştir. Ancak bu
sözler bir düşe özgü değildir. Tersine Engidu, büyük bir güçlük ve yorgunluk
içerisinde, taşınması güç olan bir tür keresteyi, Tanrı Enlil'e bir sunuda bulunmak
üzere yurda dek sürüklüyor. Bütün bu sefere atılması ve öfkesini kapıya karşı
göstermesi en doğal davranıştır (Prof. Landsberger)] kendi hastalığını Humbaba'nın orman önünde duran kapıya
yormuş olması anlatılmıştır.)
Engidu, gözlerini açıp, kapılarla bir insanla konuşur gibi
konuştu; ama ormanın kapılarında akıl ve kavrayış yoktu.
"İki kez yirmi saatlik yerden senin kerestenin
iyiliğini seçtim. Ben, yüksek katranı görünceye kadar, senin kerestenin eşine
rasgelmedim. Senin yüksekliğin altı kez on iki endazeye varıyor. Senin
enliliğin iki kez on iki endazeye varıyor [73 Burada söz konusu olan ağaç değil, kapıdır. Kapının yüksekliği 12
metreden artıktır (Prof. Landsberger)].
(Bir satır eksik)
Ben seni yapıp Nipur'a getirdim ve orada taktım. Senden
böyle bir iyilik göreceğimi bilseydim, elime bir balta alır, seni paramparça
eder ve Fırat üzerinde gitmek için bir sal yapardım."
(Elli satırlık boşluk. Engidu, Şamaş'tan lanetini avcının
üzerine indirmesini diler.)
"... Onun kazancını yok et. Onun kollarını güçten
düşür. Onun gidişini beğenme. Peşine düştüğü hayvan ondan kaçsın; avcı
gönlündekine ermesin!"
Fahişeye, orospuya ilenmek için yüreği tutuşuyor:
"Senin yazgını orospu, sana ben yazayım. Bir yazgı ki, sonu gelmesin;
sonsuza dek sürsün! Sana ilençlerin en kötüsünü savurayım. Karanlık yerin
ilenci sabahın erkeninde karşına çıksın! Gece yarısına kadar zevkinin evi sana
bela olsun [74 Orospunun
kösnül davranışlarının, başına bela olmasını diliyor]!
(Sekiz satırlık boşluk. Anlaşılabildiğine göre Engidu'nun
ilençleri fahişeyi tutuyor.)
Şehir lağımlarındaki pislikler senin yiyeceğin olsun!
Şehirdeki bulaşık suları senin içkin olsun! Yattığın yer sokak olsun, durduğun
yer duvar gölgesi olsun!
(Bir satır eksik.)
Sarhoş ve susuz, yanağına vursun!"
(On satır boşluk)
Şamaş, onun ağzından çıkan sözleri işitince, ona gökten
seslendi: "Engidu, niçin fahişeye, orospuya ileniyorsun? O fahişe ki, sana
yaşamda gereken ekmeği yedirdi. O, sana ülkede içilen içkiyi içirdi. Görkemli
giysi giydirip, o şanlı Gılgamış'ı sana yoldaş etti. Şimdi senin kardeşin gibi
olan arkadaşın Gılgamış seni, rahat yatağına yatıracaktır. O seni görkemli bir
yatakta rahat ettirecektir. Esenlik olan bir yerde, solunda bulunan bir yerde
seni oturtacaktır. Yeryüzünün bütün hükümdarları ayaklarını öpecektir. O, senin
için Uruk halkına ah ettirip onları ağlatacak, mutlu kimselere çevresinde yas
tutturacak ve o, senden sonra bedenini pis ve iğrenç bir duruma getirip, senin
için kendinden geçerek sırtına bir aslan postu atıp çöllere düşecek."
Bu anda Engidu, Şamaş'tan yiğidin sözünü işitince,
kükreyen yüreği hemen dinginleşti.
(İki satırlık boşluk. Sonra Engidu yeniden fahişeden söz
ediyor; ama görünüşe göre, bu kez Engidu, fahişeye alaylı bir dilekte bulunuyor:)
"Seni krallar ve beyler sevsin. Kibar delikanlılar
senin için çektikleri karasevdadan dizlerini dövsünler ve senin yoluna
saçlarını yolsunlar! Asker ve subaylar senin için kemerlerini söksünler! Senin
başına lacivert taşı ve altın dökülsün. Hazine bekçisi önceden üzerine
işlemişken, şimdi onun hazinesi senin için açılsın ve serveti yoluna saçılsın!
Seni tanrıların avlusuna ben götüreyim. Yedi çocuklu bir karı sana feda
edilsin!"
Engidu'nun hasta karnı sancı içindedir. Engidu odasında
yalnız başına yatmaktadır. Gece gördüğü düşü arkadaşına anlatıyor:
"Arkadaş, bu gece bir düş gördüm. Gök bağırdı, yeryüzü yanıt verdi. Ben,
yalnız başıma kırda kaldım. Orada asık yüzlü bir adam göründü. Yüzü büyük bir
kuşa benziyordu. Kartal pençesi gibi, tırnaklı pençeleri vardı."
(12 satırlık boşluktan sonra, kalan küçük bir parçadan
elde edilecek sonuca göre, belki Engidu, bu adamın kendisine bir ölümün garip
biçimini nasıl gösterdiğini anlatmıştır:)
"Sonra o adam, beni tümüyle değiştirdi. Kollarım
sanki kuşlar gibi tüylendi. Beni elimden tutarak; karanlığın evine, Irkalla'nın
[75 Yeraltı Tanrıçasının adlarından
biridir] oturduğu yere, içine ayak
basanı bırakmayan eve, dönüşü olmayan yola, içinde oturanın ışıktan yoksun
kaldığı eve, tozun besin olduğu, çamurun yemek olduğu yere, insanın kuşlar gibi
tüylü giysiler taşıdığı ve karanlık yerde ışığın görünmediği eve götürdü.
Girdiğim tozun evinde [76 İnsanlar öldükten sonra toprak ve sonuç olarak toz oldukları için,
burası, yani mezar, "tozun evi" diye anlatılmıştır], tahtlar devrilmiş, kral taçları yere atılmıştı. Anu ve
Enlil'e vekil olan, en eski zamandan beri ülkeye egemen olan krallık tacı
taşıyan beyler, tepelerinde kızarmış et taşıyorlar, çörek taşıyorlar, içmek
için kırbalarında soğuk sular taşıyorlardı.
Girdiğim tozun evinde, yüksek rahipler ve bakanlar,
kutsallık taşıyan kimseler oturuyor. Tanrıların yakınları oturuyor, büyük
tanrıların yağladığı rahipler [77 Tanrıların
sürekli olarak ilgisini gören en yüksek rahip sınıfı belirtiliyor] oturuyor, Etana [78 Etana, insanlarla hayvanların bir arada yaşadığı en eski zamanda,
çobanlara krallık etmiştir] oturuyor.
Şumukan [79 Sürü ve çobanların tanrısı (Prof.
Landsberg)] oturuyor. Yer Tanrıçası
Ereşkigal oturuyor ve bunun önünde yerin yazmanı Belitseri diz çöküyor.
Belitseri, elinde bir yazı levhası tutarak Ereşkigal'a okuyor. O, yönünü
çevirip bana baktı."
(Bundan sonra, yaklaşık elli satırlık boşluk geliyor.
Anlaşıldığına göre Gılgamış anasına sesleniyor.)
"Onunla birlikte her güçlüğe katlandım. Onunla
birlikte nerelere gittiğimi düşün! Benim arkadaşım iyi şeyler haber vermeyen
bir düş gördü."
Onun düşü gördüğü gün, sona ermişti. Bundan sonra Engidu
bir gün, iki gün yattı. Ölüm Engidu'nun yatak odasında oturuyor. Beşinci,
altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu gün... Engidu'nun hastalığı
ağırlaştıkça ağırlaştı. On birinci ve on ikinci gün Engidu ölüm döşeğine yattı.
Bunun üzerine Gılgamış'a bağırıp ona dedi:
"Arkadaş, ben bir ilence uğradım! Savaşta ölen bir
adam gibi ölmüyorum. Savaştan korktuğum için şimdi onursuz ölüyorum. Arkadaş
her kim savaşta ölürse talihlidir; ama ben düşkün bir durumda ölüyorum."
SEKİZİNCİ TABLET
Gün ağarmaya başlar başlamaz, Gılgamış ağzını açıp arkadaşına
dedi:
(Yaklaşık 20 satırlık boşlukta, Gılgamış, Engidu'ya
gençliğini, birlikte yaptıkları işleri, özellikle Humbaba'nın ölümünü
anımsatıyor. Tablet çok kırık olduğu için çevirmeye olanak yoktur. 22-50 satır
tümüyle kırıktır. Bu satırlarda Gılgamış'ın, Uruk'un ileri gelenlerini
Engidu'nun ölüm döşeğine çağırttığı anlatılmış olabilir.)
Bundan sonra Gılgamış şöyle haykırdı:
"Beni dinleyin! Siz, yaşlılar, beni dinleyin! Ben
Engidu için ağlıyorum. Arkadaşım için. Ağıtçı kadınlar gibi acı sızı döküyorum.
Sen belimin satırı, elimin yayı! Kemerimin kılıcı! Önüme siper olan kalkan!
Benim bayramlık giysim! Benim biricik sevincim! Kötü bir düşman kalkıp beni
soydu [80 Seni elimden aldı demek istiyor]!
Benim dostum, dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini [81 Yaban eşeği pek cinbaş olduğundan
avlanması güçtür ve tek başına dolaşmaktadır]
kovalayan katırcığım [82 Katır, dağda
kolaylıkla gezebilen bir hayvandır. Anlaşılan Engidu, becerili bir dağcı ve
becerili bir yaban eşeği avcısı olduğu için, katıra benzetilmiştir]! Ey çölün parsı! Dostum! Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek
başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım.
Biz istediğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gök
yüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş,
Humbaba'yı yok etmiştik! Şimdi seni yakalayan bu uyku nedir? Sen karanlığa
gömüldün. Beni dinlemiyorsun!"
Gözünü yokladı; ama Engidu artık gözünü açmadı. Yüreğini
yokladı; yüreği atmadı... Duyduğu acıdan aslan gibi bir böğürtü kopardı, tıpkı
yavruları aşırılan dişi bir aslan gibi. O, Engidu'nun yüzüne kapanıp saçlarını
yoldu ve ortalığı dağıttı. Güzel giysilerini paralayıp yerlere fırlattı..
(Yaklaşık 80 satır boşlukta, Gılgamış'ın Engidu'yu yedi
gün, yedi gece beklettiği anlatılıyor olmalı. O, acı dolu çığlıklarıyla
arkadaşını yaşama geri döndüreceğini umuyordu.)
Seni rahat yatakta yatıracağım. Evet, seni görkemli bir
yatakta rahat ettireceğim. Evet, bir onur konumunda seni dinlendireceğim, esenlik
olan bir yerde. Solumda bulunan bir yerde seni oturtacağım. Yeryüzünün bütün
hükümdarları senin ayaklarını öpsünler. Senin için Uruk halkına yas
tutturacağım; mutlu kimselere çevrende acı dolu çığlıklar attıracağım ve ben,
senden sonra bedenimi pis bir duruma getirip senin için kendimden geçeceğim.
Sırtıma bir aslan postu alıp çöllere düşeceğim."
(Bundan sonra 137 satırlık bir boşluk geliyor ki, bu
boşlukta Engidu'nun gömülmesi anlatılmış olmalıdır. Aşağıdaki dört satırın ne
anlattığını bilmiyoruz).
Gün ağarır ağarmaz, dışarı, Elemmaku'dan [83 Bir tür ağaç] yapılmış büyük bir sofra çıkardı. Akikten bir fincanı
balla doldurdu. Lacivert taşından bir fincanı tereyağla doldurdu.
(Tabletin geri kalan 25 satırı kırılmıştır).
DOKUZUNCU TABLET
Gılgamış, arkadaşı Engidu için acı gözyaşları döküp
kırlara koşarak dedi: "Ben ölmeyecek miyim? Ben de Engidu gibi ölmeyecek
miyim? Gönlümü üzüntü kapladı. Bana ölüm
korkusu geldi. Şimdi kırlara koşuyorum. Ubar- Tutuş'un oğlu Utnapiştim'e gitmek
için yol aldım. İvedilikle oraya gidiyorum. Dağın geçitlerine gece vardım.
Aslanları görüp korkuttum. Başımı yukarı kaldırıp Ay Tanrısı'na yalvardım. Bu
yalvarışım bütün tanrılara yöneldi: Korkulu yerde beni sağ bırakın!"
Gılgamış sonunda uykuya daldı ve gördüğü bir düşü onu
irkiltip uyandırdı. Gılgamış şöyle bir düş gördü: O ayın parlak ışığında
yürüyerek bir sürü aslana rastladı. Bunları görünce yaşamından zevk aldı;
satırını kaldırıp koluna astı ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp
aslanların arasına daldı. Bunlardan ikisini öldürüp gerisini dağıttı [84 Bu aslan olayı, geriye kalan ve yok
denebilecek kadar silik olan izlerden çıkarılmıştır, bununla birlikte
tamamladığımız, bu kırık ve belirsiz yer, son zamanlarda ele geçen Hititçe yazılmış
bir metin parçasıyla doğrulanmış görünüyor].
Öldürülen bu iki aslanın yeşim taşından yontularını yaptı.
Yontuları boyadı ve üzerlerine aslanların adlarını kazıdı. Birisine ...,
ötekine de ... dedi ve her iki yontuyu, gece kendisini aslanların tehlikesinden
koruması için, Ay Tanrısı'na armağan etti [85 Gılgamış'ın düşü burada bitmiş gibi görünüyor].
(22 satırlık boşluk. Gılgamış bir dağa geldi.)
Dağın adı Maşu'dur [86 İkizler dağı].
Gılgamış bu Maşu dağına gelince, günü gününe güneşin çıkmasını ve girmesini
bekleyen [87 Maşu dağı çatal biçimindedir. Güneş
bu çatalın arasından çıkıyor (Prof. Landsberger)], başları gökyüzüne kadar yükselen ve göğüslerine kadar
cehenneme batmış bulunan iki akrep insanın, bu dağın kapısını beklediklerini
gördü. Bunlar öylesine korku vericiydi ki, korkudan yüzlerine bakılmazdı.
Bunların görünüşü ölümdür. Bunların korkunç görünümü tüyleri ürpertiyor ve
dağları deviriyor. Bunlar, güneşin dağdan çıkmasını da ve dağa girmesini de
bekliyorlar. Gılgamış, bunları görünce korkudan ve dehşetten gözü karardı ve o,
aklını başına toplayıp bunların yanına yaklaştı.
Akrep adam karısına seslendi: "Buraya, bize gelenin
vücudu tanrı etinden midir?"
Akrep adamın karısı ona yanıt verdi: "Onda üçte iki
tanrılık, üçte bir insanlık vardır!"
Akrep adam, insan yüzlü, tanrıların çocuğuna seslenip şu
sözleri söyledi:
"Neden ötürü bu denli uzun yol yürüyüp buraya benim
yanıma kadar geldin? Geçit vermez ırmakları geçtin? Başına gelenleri bilmeyi
pek isterdim."
(28 satırlık boşluk. Gılgamış yanıt verdi.)
Utnapiştim için, atam olan Utnapiştim'in yolunda! O,
tanrıların arasına girdi ve tanrıların toplantısında yaşama kavuştu. Ondan ölüm
ve yaşamı soracağım!"
Akrep adam ağzını açıp Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış, bunu bilecek insan yoktur! Dağların
kapuzuna [88 Dağlarda bulunan iki yanı dar ve
yüksek yarmalar]
kimseler girmedi. Dağların içinde iki kez on iki saat uzaklığında bir boğaz
vardır; içi koyu karanlıktır. Işık yoktur. Güneş doğduğu zaman dağın kapısı
açılır, battığı zaman kapı kapanır."
(73 satırlık boşluk. Görünüşe göre Gılgamış Akrep adama
yalvarıp yakararak dağdan geçmek için izin almak gereğini duymuştur.)
Akrep adam konuşmak için ağzını açıp Gılgamış'a şu sözleri
söyledi:
"Yürü Gılgamış, korkma! Sana Maşu dağlarının yolunu
açıyorum. Dağları ve tepeleri güvenerek aş! Ayakların seni sağlıkla yurda
götürsün! Dağın kapısı önünde açılsın!"
Gılgamış bunu duyar duymaz, Akrep adamın sözüne uyup,
Şamaş'ın yolunda dağın kapısından içeri ayakbastı. O, bir kez iki saat ileri
gidince koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı,
karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez iki saat ileri
gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı,
karanlığı arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez üç saat ileri
gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi, küçük bir ışık sızıntısı,
karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez dört saat ileri
gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi, küçük bir ışık sızıntısı,
karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez beş saat ileri
gidince: boyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı,
karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez altı saat ileri
gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı,
karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez yedi saat ileri gidince:
koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı karanlığın
arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez sekiz saat ileri gidince
yorgunluktan soluyordu; fakat karanlık koyuydu, ışık yoktu. O, iki kez dokuz
saat ileri gidince: onun alnına kuzey yeli vurdu. O, iki kez on saat ileri
gidince: kapıya yaklaştı...
(Bir satır eksik)
O, iki kez on bir saat ileri gidince: güneş girmeden, o
dışarı çıktı [89 Gılgamış,
karanlık boğazdan geçerken güneşle karşılaşmamak için adımlarını sıklaştırıyordu]. O, iki kez on iki saat ileri gidince: aydınlık
parlıyordu. O, cins taşlarla dolu bir bahçeye girdi. Bunların görkemini görünce
rahatladı. Akikten meyveler taşıyan üzüm salkımları [90 Üzüm salkımı
gibi akikler] dallarda asılıdır. Görünüş
çok hoştu. Lacivert taşı goncalar taşıyor, meyveler taşıyor; görünüşü bir
zevktir.
(6'ncı sütunun küçük kalıntıları cins taşlar bahçesini
sonuna dek betimliyor.)
ONUNCU TABLET
Sakiye Siduri [91 Bir tanrıça
olan bu Sakiye, mitolojik bir kişidir; günlük dönüşü sırasında, yorgunluğuna
karşı güneşe taze bir içki sunar (Prof. Landsberger)], denizin ıssız bir köşesine yerleşmiştir. O tahtında
oturuyor. Sakiye için ağaçtan ayaklar yapılmıştır. Bu ayaklar üzerine altından
yapılmış şıra fıçıları konmuştur. Tanrıça sık bir duvak örtünmüştür. Yüzü görünmemektedir.
Gılgamış koşup onun yanına geldi. Kirle örtülüdür. Bir
posta bürünmüştür. Bedeninde tanrı eti vardır. Gönlü üzgündü. Yüzü uzun
yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne benziyordu.
Sakiye, onu uzaktan görünce içinden düşünerek kendi
kendisine şöyle söylendi:
"Her halde bu adam bir yabanıl hayvan öldürücüsüdür;
ama yolu neden buraya düştü?"
Sakiye onu görünce, kapıyı dışardan ve içerden sürgüledi.
Ancak Gılgamış onun ne yaptığına iyice dikkat etti. O, çenesini kaldırıp
bağırmaya başladı. Gılgamış ona, Sakiye'ye seslendi:
"Sakiye, ne gördün de kapını sürgüledin? Kapını
sürgüleyip, sürgü üstüne sürgü vurdun. Senin iç kapını döverim ve sürgüsünü
kırarım!"
(Bundan sonraki boşlukta, olasıdır ki, Şamaş'ın günlük
dönüşü sırasında Sakiye Siduri'ye uğradığı zaman Siduri'nin Gılgamış hakkında
Şamaş'a verdiği bilgi anlatılmıştır).
"O, yabanıl hayvanları avlayıp postlarını giyiyor ve
etlerini yiyor. Gılgamış şimdiye dek hiç kimsenin varamadığı hedefe ne zaman
varacaktır? Ne zaman uygun yeli izleyecektir?"
Şamaş düş kırıklığına uğrayarak ona dönüp, Gılgamış'a
dedi: "Gılgamış, nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı
bulamayacaksın!"
Gılgamış ona, yiğit Şamaş'a dedi:
"Kırlarda şuraya buraya koştuktan ve dolaştıktan
sonra, yerin altında başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım? Hayır! Gözlerim
güneşi görmek istiyor. Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim
için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Fakat ölüm, ne zaman güneşin ışığını
görebilmiştir?
(Bundan sonraki boşlukta, Şamaş'ın Gılgamış'a avutucu bir
yanıt verip vermediği pek belli değildir: Bu arada Şamaş gittikten sonra
Gılgamış, Sakiye Siduri'yle yine baş başa kalmıştır).
Gılgamış ona, Sakiye'ye dedi:
"Ben gökyüzünden aşağıya inen boğayı yakalayıp yok
ettim. Ben katran ormanının bekçisini vurdum. Katran ormanında oturan
Humbaba'yı öldürdüm. Dağların geçidindeki aslanları öldürdüm."
Sakiye ona, Gılgamış'a dedi:
"Eğer sen bekçiyi vuran, katran ormanında oturan
Humbaba'yı öldüren, dağların geçidindeki aslanları öldüren, gökyüzünden aşağı
inen boğayı yakalayıp yok eden Gılgamış'san ne diye yanakların erimiş? Ne diye
yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye
gönlünde üzünç var? Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne
dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı
unutup kırlarda dolaşıyorsun?"
Gılgamış ona, Sakiye'ye dedi:
"Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı
sevdiğim arkadaşım, benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim
Engidu, insanlığın yazgısına kavuştu [92 Öldü (Prof. Landsberger)].
Onun için gece ve gündüz ağladım. Onun gömülmesine razı
olmadım. Acaba arkadaşım sesime uyanacak mı diye. Yedi gün yedi gece böyle
yaptım. Burnundan kurtlar düşünceye kadar. O, oraya gitti gideli yaşamı
bulamadım. Bir haydut gibi kırların ortasında dolaşıyorum. Sakiye, şimdi senin
yüzüne bakıyorum. Sonsuz derdim olan ölümü görmeyim diye!"
Sakiye ona, Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı
bulamayacaksın. Tanrılar insanları yarattığı zaman, onlar insanlara ölümü verip
yaşamı kendi ellerinde tuttular. Ey Gılgamış! Karnın dolu olsun, gece gündüz
kendini eğlendir! Her gün bir şenlik yap! Gece gündüz hora tepip oyna! Üstün
temiz olsun. Başın yıkansın. Suyla yıkanmış ol! Elindeki küçüğe bak. Karın
kucağında gününü görsün!"
(Küçük boşluk).
Gılgamış ona, Sakiye'ye dedi:
"Şimdi, Sakiye, Utnapiştim'e giden yol hangisidir? Haydi,
bana onun simini [93 Sim, im ve
belirti anlamlarına gelir. Bu sözcüğü bir Türkmen'den duymuştum] ver! Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa
kırdan geçip gideyim!
Sakiye ona, Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış, şimdiye dek böyle bir geçit yoktu. Eskiden
beri denizi hiç kimse aşmamıştır. Denizi aşan yalnızca yiğit Şamaş'tır.
Şamaş'tan başka, öte geçeye kim gider? Geçiş güçtür. Deniz yolu çetindir.
Bundan başka orada ölüm suyu da vardır. Bu, denizin önünü kapar! Gılgamış,
şimdi denizi aşsan bile, ölüm suyuna varsan bile, yine ne yapacaksın? Gılgamış
orada bir Urşanabi var. O, Utnapiştim'in gemicisidir. Onunla birlikte
Taştankiler [94 Taştankilerin
ne oldukları belli değildir; ancak, metnin bağlamından bunların kürekçi
oldukları çıkarılabilir. Çünkü ölüm suyunun damlası bir insana sıçrayınca, o
insanı öldürüyor. Dolayısıyla, böylesine tehlikeli suyu geçmek için belki
taştan kürekçiler kullanılmıştır (Prof. Landsberger)] var. Urşanabi, orman içindeki kertenkeleyi toplar. Onu
sen kendin bulmalısın. Olursa onunla birlikte aş; olmazsa geri dön!"
Gılgamış bunu duyar duymaz, satırını kaldırıp koluna astı
ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp ormanın içine dalarak,
Taştankilerin yanına indi ve bir ok gibi onların arasına düştü.
(Belki küçük bir boşluk)
O hırsla onları darmadağın etti. Bu sırada Urşanabi geri
dönüp Gılgamış'ın tepesine dikildi ve onun gözlerine baktı. Urşanabi ona,
Gılgamış'a dedi: "Söyle bakalım senin adın nedir? Ben uzaktaki
Utnapiştim'in kölesiyim!"
Gılgamış ona, Urşanabi'ye dedi:
"Benim adım Gılgamış'tır. Ben, Anu'nun evi olan
Uruk'tan gelenim. Ben, dağlarda iz güdenim. Uzun bir yoldan, güneşin çıktığı
yoldan gelenim. Urşanabi, şimdi seninle yüz yüzeyim. Bana uzaktaki Utnapiştim'i
göster!"
Urşanabi ona, Gılgamış'a dedi:
"Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış?
Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne
diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün
ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı unutup kırlara
düşüyorsun?"
Gılgamış ona, gemici Urşanabi'ye dedi:
"Urşanabi, yanaklarım erimesin mi, yüzüm çarpılmasın
mı, gönlüm üzgün olmasın mı, yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne
dönmesin mi, yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi, krallığı unutup
kırlara düşmeyim mi? Benim dostum,
dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı!
Dostum Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan
katırcığım! Biz isteğimize kavuşmuş,
dağlara tırmanmıştık. Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük.
Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba'yı yok etmiştik. Dağların yolaklarında
aslanlar vurmuştuk! Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim
arkadaşım; benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan aşırı sevdiğim Engidu'yu
insanlığın yazgısı yakaladı.
Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine
razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar.
Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye
korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek beni daha çok
sıktığından, kırlarda uzun yolculuk yapıyorum. Engidu'yu düşünmek beni daha çok
sıktığından, kırlarda uzun yollar yürüyorum!
Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Kırlarda şuraya
buraya koştuktan sonra, yerin altına başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım?
Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor. Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak
istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Ama ölü, ne zaman
güneşin ışığını görmüştür?"
Gılgamış ona, gemici Urşanabi'ye dedi:
"Şimdi, Urşanabi, Utnapiştim'e giden yol hangisidir? Haydi,
bana onun simini ver! Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan
geçip gideyim!"
Urşanabi ona, Gılgamış'a dedi:
"Ey Gılgamış, kendi ellerin geçişe engel oldular! Sen
Taştankileri darmadağın ettin... sen kürekçileri yok ettin. Taştankiler
darmadağın oldukları için geçit yoktur! Gılgamış, baltayı eline al! Hemen aşağı
ormana geri git, karşına çıkacak olan beş kez on iki endaze uzunluğundaki yüz
yirmi küreği kes ve sonra onlara meme biçiminde ayna [95 Küreğin suya giren enli bölümü.
Destan dönemlerinde bu aynaların türlü biçimlerde yapıldıklarını, ele geçen
resim ve kabartmalardan anlıyoruz. Nuh'un gemisinin kullandığı küreklerin
aynasının da meme biçiminde olduğunu, bu destandan öğreniyoruz] yapıp bana getir!"
Gılgamış, bunu duyar duymaz baltayı eline aldı ve belinden
kılıcı sıyırıp aşağı, ormana geri gitti. Beş kez on iki endaze uzunluğunda
gördüğü yüz yirmi küreği kesti ve onlara meme biçiminde ayna yapıp Urşanabi'ye
getirdi.
Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler. Gemiyi dalgaların
üzerine oturtup denize açıldılar. Bir ay on beş günlük yol üç günde kestirildi.
Urşanabi, böylece ölüm suyuna dek vardı.
Urşanabi ona, Gılgamış'a dedi:
"Sakın Gılgamış! Bir kürek al! Ölüm suyu eline
değmesin. Gılgamış ikinci küreği, üçüncü ve dördüncü küreği al! Gılgamış,
beşinci küreği al! Altıncı ve yedinci küreği al! Gılgamış, sekizinci, dokuzuncu
ve onuncu küreği al! Gılgamış, on birinci küreği, on ikinci küreği al!"
Gılgamış, böylece bu yüz yirmi küreği kullanmıştı. O, bu
sırada kemerini çözdü... Gılgamış, üstündeki giysiyi çıkarıp, geminin ambarını
(sintine) pençesiyle boşaltarak gemiyi yukarı kaldırdı.
Utnapiştim, onu uzaktan görünce, içinden kendi kendine
şöylece söylendi:
"Geminin Taştankileri niçin kırılmış? Geminin sahibi
olmayan biri niçin gemiye bindi? Buraya gelen benim adamlarımdan biri
değildir."
(Üç satır eksik)
"...günlün benden ne diliyor?"
(20 satırlık boşluk. Gılgamış Utnapiştim'e vardı.)
Utnapiştim ona, Gılgamış'a dedi:
"Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış?
Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne
diye yüzün, uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün
ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı bırakıp kırlara
düşüyorsun?"
Gılgamış ona, Utnapiştim'e dedi:
"Utnapiştim, yanaklarım erimesin mi, yüzüm
arıklamasın mı, gönlüm üzgün olmasın mı, yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun
yüzüne dönmesin mi, yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi, krallığı
unutup kırlara düşmeyim mi? Benim dostum, dağlarda tek başına dolaşan yaban
eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım! Dağlarda
tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Biz, isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gökyüzünün
boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş,
Humbaba'yı yok etmiştik! Dağların yolaklarında aslanları vurmuştuk! Benimle
birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu'yu, insanlığın
yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine razı
olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim
de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı
düşünmek, beni daha çok sıktığından kırlarda uzun yolculuk yapıyorum! Engidu'yu
düşünmek, beni daha çok sıktığından, kırlarda uzun yollar yürüyorum!
Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Sevdiğim arkadaşım
toprak oldu! Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak oldu!
Ben de onun gibi yatmayacak mıyım ve onun gibi sonsuza dek
uyumayacak mıyım?"
Gılgamış ona, Utnapiştim'e dedi:
"Hadi gidelim. Herkesin ağzında dolaşan, uzaktaki
Utnapiştim'i görmek istiyorum [96 Gılgamış,
Utnapiştim'i tanımıyor; karşılaştığını başka biri sanıyor]. Bütün ülkeleri yürüyerek geçtim. Sarp dağlar aştım.
Bütün denizleri geçe geçe geldim. Gözlerim tatlı uykuya doymadı. Her zaman
gecelemeden özeğim tükendi. Organlarımı sızı kapladı. Daha Sakiye'nin evine
varmadan üstüm başım paralandı. Ayı, sırtlan, aslan, pars, kaplan, yağmurça ve
dağ keçisi öldürdüm. Bunların etlerini yiyip derilerini giyiyordum. Çektiğim bu
yıkım, artık önüme kapısını kapasın. Zift ve katran bu kapıyı tıkalı tutsun.
Artık bana çocuk sevinci verilsin."
(Bir satır anlaşılmamıştır)
Utnapiştim ona, Gılgamış'a dedi:
"Ey Gılgamış, sen bir tanrı çocuğu olduğun halde niçin
yoksulluğa düştün? Niçin tanrıların ve insanların alınyazılarına karşı
geliyorsun? Baban ve anan sana hep iyi şeyler gösterdi. Ey Gılgamış, niçin
aptala döndün?
(30 satırdan çok süren bir boşluktan sonra, Utnapiştim'in
sözü kesilmiyor gibi görünüyor.)
Kızgın ölüm, insanı sinsi sinsi hep arkadan izler.
Herhangi bir zamanda bir ev yaparız, herhangi bir zamanda bir belge damgalarız.
Herhangi bir zamanda kardeşler arasında miras pay ederler. Herhangi bir günde
bu kardeşler arasında kavga çıkar [97 Bu, dünyanın
geçici olduğuna bir örnektir. Bir aile ve bir mal kuruluyor, bunlar sonuçta yok
oluyor].
Herhangi bir günde ırmak taşar ve ülkeyi su basar.
Balıkçıl kuşları ırmak boyunca uçarlar. Irmağın yüzü güneşin yüzüne bakar; ama
eskiden beri hiçbir şeyde kararlılık görülmez [98 Dünyanın gelip geçici oluşu, ırmağın akışıyla karşılaştırılmak
istenmiyor].
Çalınan da, ölen de birdir. Ölümün biçimi çizilmez. Be hey
insanoğlu, be hey adam; beni kutsadıktan sonra [99 İlerde de göreceğimiz gibi, Utnapiştim'e ayrıcalıklı davranıp ona
sonsuz dinçliği verdiler; ancak o zamandan beri, tanrıların bu ilgisini bir
daha kimse kazanamadı],
büyük tanrılar olan Anunnaki [100 Anunnaki: Gök
tanrılarının tersine olarak yeraltı tanrılarıdır. (Prof. Landsberger)] toplandı. Yazgıyı oluşturan And [101 And: Değişmeyen yazgının
simgesidir. Her kim günah işlerse, içtiği andı bozmuş olur. İnsanlar günahlı
olduklarına göre, yazgıları değişir demektir (Prof. Landsberger)] tanrıçası, onlarla birlikte alınyazısını belirledi.
Ölümü ve yaşamı onlarla birlikte saptadı; ama onlar ölümü bildirmediler."
GILGAMIŞ DESTANI -tümü- ( 4/4 )
GILGAMIŞ DESTANI -tümü- ( 2/4 )
GILGAMIŞ DESTANI -tümü- ( 1/4 )
Post a Comment