Header Ads

GILGAMIŞ DESTANI -tümü- ( 4/4 )

GILGAMIŞ DESTANI -tümü- ( 4/4 )



ON BİRİNCİ TABLET
Gılgamış ona, uzaktaki [102 Utnapiştim, dağların, denizlerin ve ölüm suyunun arkasında bulunduğu için, kendisi böyle niteleniyor] Utnapiştim'e dedi: "Utnapiştim, sana bakıyorum, biçimin başka değil; benim gibisin. Evet, benden ayrı değilsin, benim gibisin! Senin yüreğin savaş için yaratılmıştır! Nasıl oluyor da böyle sırt üstü yatıyorsun? Anlat! Tanrıların toplantısında yaşamı aramaya nasıl karar verdin?"

Utnapiştim ona, Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Tanrıların gizini söyleyeyim: Şurippak [103 Şurippak, Uruk'un yaklaşık 30 km. kuzeybatısında, bugün Fara denen bir örendir], senin bildiğin bir kent, Fırat'ın kıyısındadır. Bu kent çok eskiden varken, tanrılar bu kentin yanındaydılar. Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi. Bunların babaları soylu Anu, hükümdarları yiğit Enlil, büyük vezirleri Ninurta, su yolcuları Ennagi ve Bilge Ea da onların toplantısında yer aldı. Ea, tanrıların verdikleri kararı, kamıştan bir çite anlattı:

"Kamış çit, kamış çit! Duvar, duvar! Kamış çit dinle, duvar anımsa [104 Ozan burada, bir masal örgesinden yararlanmıştır. Yelden sallanan kamışlar, sesi insanlara iletiyor]! Şurippaklı Ubar-Tutu'nun [105 Ubar-Turu: Babillilerin geleneğine göre, 18.000 yıl saltanat süren Tutan'dan önceki son söylencesel kraldır (Prof. Landsberger)] oğlu [106 Utnapiştim'i çağırıyor. Tanrılar toplantısında verilen kararı, gevezelik edip Utnapiştim'in kulağına iletiyor]; evi sök. Bir gemi yap. Serveti bırak. Yaşamı ara! Mülkten nefret et! Canını kurtar! Canlı yaratıkların her türünden geminin içine yükle. Yapacağın geminin her yanı uyumlu bir ölçüde olsun. Onun eni ve boyu bir ölçüde olsun. Yağmura karşı onun her yanına bir çatı kur."

Ben, bunu anlar anlamaz Ea'ya, efendime dedim: "İyi, anlaşıldı efendim. Şimdi bana ne dedinse iyi dikkat ettim. Ben yapacağım. Fakat kent halkı ve yaşlılar sorarsa ne diyeyim?"

Ea, konuşmak için ağzını açıp bana, kölesine dedi:
"Be adam, insanlara şöyle dersin: Sanırım Enlil benden nefret etmeye başladı. Bunun için sizin kentinizde artık kalmayacağım. Enlil'in toprağına artık ayak basmayacağım. Apsu'ya [107 Apsu: yerin altındaki tatlı su okyanusudur; aynı zamanda yerin üstündeki yağmur suyunun da havuzudur. Ea, hem bu havuzun ve hem de bu okyanusun beyidir (Prof. Landsberger)] inmek istiyorum. Orada beyim, Ea'nın yanında kalacağım. Ea, üzerinize bir bereket yağmuru yağdıracaktır. Bundan sonra, tufan, kuşların saklı yuvalarını ve balıkların sığınaklarını size getirecek ve bol ürün alacaksınız. Bulutları güden bey, üstünüze gerçek bir buğday yağmuru yağdıracaktır."

Halk çevresine toplandı.
(Bundan sonraki 4 satırda yaşlıların ve gençlerin gemiye gerekli gereçleri taşıdıkları anlatılmaktadır.)

Küçük yavrular bile gemi için zift taşıyorlardı. Güçlü erkekler gemiye yedek kereste getiriyorlardı. Beşinci günde geminin kaburgasını oluşturdum. Geminin temeli (omurgası) bir iku [108 3.528 metre kare] genişliğindeydi. Kenarları (küpeştesi) iki kez on kamış [109 Kamış: bir ölçüdür; yaklaşık üç metre uzunluğundadır] yüksekliğindeydi. Üst güvertesi de alt güverteye tümüyle eşitti. Bunun da her yanı, iki kez on kamış uzunluğundaydı. Bundan sonra geminin dış yüzünü (bordasını) hazırladım ve onları boyadım. Gemiyi altı katlı yaptım. Geminin alt ve üst güvertelerini yedi bölüme ayırdım, ambarını da dokuza böldüm. Ortasına da su kazıkları çaktım [110 Geminin bu parçasının ne olduğu açık olarak anlaşılmıyor; "su kazıkları" diye sözcük sözcüğe çevirdik]. Güzel kürek seçtim. Ve geminin yedeklerini ambara koydum. Eritmek için kazana 21.600 ... zift döktüm  [111 Bu ölçünün ne olduğu belirtilmiyor (Prof. Landsberger)]. Bunun yarısını saf zift olarak gemiye sakladım. Tekneciler, gemiye 10.800 şırlık  [112 Susam yağıdır. Bu yağla güzel börek kızartılır. Nitekim bununla peksimet kızarttırmış olduğunu söylüyor] getirdiler. Bunun üçte biri peksimet kızartmak için harcandı; üçte ikisini de gemici sakladı. İşçilere çok sığır kestim. Ve her gün koyun boğazladım. Ustalara, ırmak suyu gibi bira, rakı, şırlık ve şarap akıtıldı. Bunlar, Nevruz bayramına benzer bir bayram kutladılar. Ustayı yağlamak için kendi elimi de bulaştırdım. Gemi yedinci günde tamam oldu. Gemiyi kızaktan indirmek güç oldu. Çünkü geminin üçte ikisi suya girinceye dek, onu, kızak üzerinde aşağıdan ve yukarıdan itmek zorunluğu vardı.

Elime geçen her şeyi içine yükledim. Elime geçen her gümüşü içine yükledim. Elime geçen her altını içine yükledim.
Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim. Yazının yabanıl, yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım.

Şamaş, bana bir süre verdi: bulutları güden, akşamleyin bir buğday yağmuru yağdıracak diye. O zaman gemiye bin ve kapını (lumbar ağzı) kapa diye. Bu süre yaklaştı: bulutları güden, akşamleyin buğday yağmurunu yağdırıyordu. Ben havanın yüzüne baktım. Hava, bakılmayacak kadar korkunçtu.

Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım. Gemici Pusur-Amurri'ye, gemiyi yaptığından dolayı, sarayı her şeyiyle teslim ettim. Artık gökten kara bulutlar yükseldi. Bulutların içinde Adad [113 Fırtına Tanrısı] gürledi. Şullat ve Haniş [114 Şullat ve Haniş: Fırtına Tanrısı'nın yanında olan iki küçük tanrı], tanrıların kafilesini çekiyorlardı. Saray uluları, bunların peşi sıra dağları ve ovaları aşıyorlardı. Büyük İra [115 İra: savaşı ve hastalığı insanların başına saran bir tanrıdır (Prof. Landsberger)], bütün bentlerin kazıklarını çekti. Ninurta da ilerleyip büyük havuzun sularını boşandırdı. Anunnaki tanrıları, meşaleleri yukarı kaldırıyorlardı. Tanrıların saçtıkları ışın, ülkeyi kızıla boğuyordu. Fırtına tanrısının saçtığı yalım, gökyüzünü yalıyordu. Bütün güneşin ışıklarını kararttılar. Büyük fırtına, ülkeyi bir çanak gibi parçaladı.

Bir gün karayel esip hepsini sildi süpürdü. Sonra birdenbire poyraz esip ülkenin altını üstüne getirdi. Rüzgârlar insanların tepesinde savaş edercesine çarpıştılar. Kimse kimseyi göremiyordu. Ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu. Tanrılar bile tufandan korkarak geri çekildiler. Ve göğün en yüksek katına kadar çıktılar. Tanrılar, orada bir köpek gibi kıvrılmışlardı. Göğün en son eteklerinde büzülüp yatıyorlardı. İştar çocuğuna ağlayan bir ana gibi bağırıyordu. Tanrıların ecesi, güzel sesiyle ah ediyordu: Yazık o güne. O gün çirkef olsun. Benim, tanrılar meclisinde kötülük buyurduğum o gün. Ben nasıl oldu da tanrılar toplantısında kötülük buyurdum? Nasıl oldu da insanları yok etmek için bu savaşımı buyurdum? Benim sevgili insanlarım, denizi balıklar gibi doldursunlar diye mi doğuyordu?
Anunnaki tanrıları onunla birlikte ah ediyorlardı. Onlar, yerlerinde ağlayarak oturuyorlardı. Dudakları çatlamıştı [116 Korkularından], Ve ağızlarından buhar çıkıyordu.

Fırtına ve tufan, altı gün, yedi geceyi geçti. Fırtına yurdu silip süpürüyordu. Artık yedinci gün gelince tufan fırtınası savaşımı durdurdu. Önceden dalgaları bir ordu gibi birbiriyle savaşan deniz, şimdi dinginleşti. Kötü rüzgâr dindi ve tufan sona erdi. Havaya baktığım zaman ortalıkta sessizlik vardı. Ve bütün insanlık çamur olmuştu. Suyun bastığı yüzey, dümdüzdü.
Bunun üzerine hava deliğini açtığım zaman, güneşin sıcağı burnumun kanatlarına vurdu. Diz çöküp oturdum ve ağladım. Gözyaşlarım burnumun kanatlarından akıyordu. Sonra ufuklara bakarak denizin kıyısını aradım. Her yana on iki kez on iki defa bakınca denizden bir ada yükseldi. Sonunda gemi Nissir [117 Nissir Dağı: Bugünkü Irak ve İran sınırında, Rumiye Gölü'nün güneyinde bulunan yüksek dağlardan biri olsa gerekir. Bu yazma, İsrailoğulları yazmasından ayrılıyor. İsrailoğulları yazmasına göre, Nuh'un gemisi, Ağrı Dağı'nın üstüne oturmuştur (Prof. Landsberger)] dağına oturdu. Nissir dağı gemiyi tutup onu sallanmaya bırakmadı. Birinci gün, ikinci gün Nissir dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Üçüncü gün, dördüncü gün, Nissir dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Beşinci ve altıncı gün Nissir Dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Yedinci gün gelince, dışarı bir güvercin çıkarıp uçurdum. Güvercin gitti, geldi. Onca konacak bir yer belli olmayınca geri döndü. Dışarı bir kırlangıç çıkarıp uçurdum. Kırlangıç gitti, geldi. Onca konacak bir yer belli olmayınca geri döndü. Dışarı bir karga çıkarıp uçurdum. Karga gidip bir keliyi gagaladı [118 Keli: Suların, bataklıkların, çamurlu tarlaların ortasındaki kuru yerlere dendiği gibi, su altı olmayan dik tarlalara da "keli tarla" denir].

Bundan sonra dört rüzgâr yönüne her şeyi dışarı salıverip bir kurban kestim. Dağın tepesinde bir tütsü sungu hazırladım. Artık yedi ve nice yedi sungu küpleri yerleştirdim. Bu küplerin taslarına güzel kokulu kamış, katran sakızı ve mersin kokusu (myrte) döktüm. Tanrılar bu güzel kokuyu aldılar. Tanrılar, kurban verenin tepesinin üstünde sinekler gibi toplandılar. Büyük tanrıça oraya gelir gelmez kendi zevki için yaptığı büyük gerdanlığı yukarı kaldırdı: "Siz oradaki tanrılar! Ben boynumda taşıdığım bu gerdanlığın taşlarını nasıl unutmuyorsam, bu günleri de sonsuza dek anımsayacağıma ve asla unutmayacağıma ant içerim. Bütün tanrılar bu güzel koku sungusuna gelsinler. Ama Enlil bu sunguya gelmesin! Çünkü körü körüne tufan yaptı ve insanlarımı yıkıma uğrattı!"

Enlil oraya gelir gelmez, gemiyi görünce öfkelendi. İgigi tanrılarına son derecede kızdı: "Buradan bir can kurtulmuştur. Bu yıkımdan kimse kurtulmamalıydı!"

Ninurta, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil'e, yiğite dedi: "Böyle bir şeyi Ea'dan başka kim bulup düşünebilirdi? Her beceriyi, her hileyi yalnızca Ea bilir." Ea, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil'e, yiğite dedi:
"Ey tanrıların büyük üstadı, ey yiğit Enlil! Ah, nasıl olur da sen körü körüne tufan yaptın? Onun suçunu suçluya yüklet! Kelepçesini gevşet ki etini kesmesin. Yine kelepçesini çek ki daha gevşek olmasın [119 Ea, insanlara kızıp tufan yapan Enlil'e, bu seslenişiyle adalet yolunu salık veriyor. Herkesi suçuna göre cezalandırmayı anımsatıyor. Ve yaptığı tufanla gösterdiği adaletsizliği Enlil'in yüzüne vuruyor.]. Senin yaptığın bu tufan yerine, bir aslan kalkıp insanları azaltsa daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, bir kurt kalkıp insanları azaltsaydı daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, veba tanrısı kalkıp insanlara bulaşsaydı daha iyiydi!

Ben, büyük tanrıların gizini açığa vurmadım! Aklı pek çok olan [120 Akatçası "Atrahasis" olan sözcüğü böyle çevirdik. Bu sözcük, Nuh Peygamber'in sanlarından biridir] bir düş gösterdim. O, böylece tanrıların gizini öğrendi. Şimdi onun için bir karar vermek sana düşer!"
Enlil, geminin içine binip elimden tuttu ve beni karaya çıkardı. Kadınımı da çıkarıp yanında diz çöktürdü. Alınlarımızı elledi ve aramızda durarak bizi kutladı. "Utnapiştim, bundan önce bir insandı. Fakat şimdi, Utnapiştim ve kadını bizim gibi tanrılar olsunlar! Utnapiştim otursun! Uzakta. Irmakların denize döküldüğü yerde!"
Enlil'in bu sözlerinden sonra, beni aldılar ve uzakta, ırmakların ağzına oturttular. Şimdi sana tanrıları kim toplayacak? Aradığın yaşamı nasıl bulacaksın? Haydi, altı gün ve yedi gece uykusuz kal!"
O, dizlerinin üstüne çömeldiği yerde, uyku ona, sis gibi yavaş yavaş soluğunu verdi [121 Uyumak için çömeliyor ve böylece kendi kendini zorluyor; ancak, uyku sis gibi soluğunu ona karşı üflüyor ve uyku, onu soluğuyla boğarak yeniyor (Prof. Landsberger)].

Utnapiştim ona, karısına dedi: "Adama bak! Yaşamı istiyordu. Uyku ona sis gibi, yavaş yavaş soluk verdi!"
Karısı ona, Utnapiştim'e dedi: "Sen onu elle de, adam uyansın! O, geldiği yoldan esenliğe geri dönsün. O, çıktığı kent kapısından ülkesine varsın!"

Utnapiştim ona, karısına dedi: "İnsanoğlu kötüdür. Ve o, sana kötülük eder. Haydi, onun günlük ekmeklerini pişir ve her gün başucuna koy! Uyuduğu günleri de duvara çiz!". O, onun günlük ekmeklerini pişirdi ve her gün onun başı ucuna koydu. Uyuduğu günleri de ona imledi.

Birinci ekmeği kupkuruydu. İkincisi büzülmüştü. Üçüncüsü yaştı. Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştı. Beşinci ekmek küflenmişti. Altıncı ekmek pişmişti. Yedinci -- bu anda adamı elledi ve o, uykusundan irkilip uyandı.

Gılgamış ona, uzaktaki Utnapiştim'e dedi:
"Beni uyku basar basmaz, sen durmadan beni elledin ve sen beni uyandırdın."
Utnapiştim ona, Gılgamış'a dedi:
"Haydi, Gılgamış, günlük ekmeklerini say! Ve işte şu duvar, sana uyuduğun günlerin sayısını göstersin! Birinci ekmeğin kupkurudur. İkincisi büzülmüştür. Üçüncüsü yaştır. Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştır. Beşinci ekmek küflenmiştir. Altıncısı pişmiştir. Yedinci -- bu anda sen uykudan irkilip uyandın!"
Gılgamış ona, Utnapiştim'e dedi: "Bana yardımcı kal! Nereye gideyim? Bütün organlarımı kötü ruhlar kapladı! Yatak odasında ölüm bekliyor; neye baksam, o, ölümdür [122 Ekmek sahnesinin anlamı şudur: Utnapiştim, taşıdığı kan dolayısıyla yarı-tanrı olan Gılgamış'ı, tanrılık niteliğini göstermesi için, sınava çekiyor. Bu sınav, Gılgamış'ın bir hafta uykusuz kalmasıdır. Gılgamış, uyumamak için oturmayıp çömeliyor. Fakat son derece yorgun olduğundan, hemen uykuya dalıyor. Utnapiştim'in karısı uyuyan Gılgamış'ın sınavı başaramadığını görünce, kocasına onu uyandırıp ülkesine geri göndermeyi salık veriyor. Ancak Utnapiştim, onun da her insan gibi kötü huylu olduğundan, uyuduğunu yadsıyarak sonunda bir kavga çıkarmasından çekiniyor ve Gılgamış'ın ne kadar uyuduğunu kendisine göstermek amacıyla ortaya bir kanıt koymak istiyor. İşte bundan ötürü, konuğun günlük ekmek payı, uyumasına karşın pişirilip başucuna konuyor. Ve konukevlerinde hep yapıldığı gibi, hesabı da duvara çiziliyor.
Gılgamış, kendisine yüklenen bütün görev günlerini uykusuz geçireceği yerde, baştan sona uykuyla geçirdikten sonra, Utnapiştim onu uyandırıyor. Utnapiştim'in önceden kestirdiği gibi, Gılgamış gerçekten uyuduğunu yadsıyor; ama başucuna konan ekmeklerin geçirmiş olduğu değişimler ve çizilen çizgilerle, uyuduğu hemen anlaşılıyor. Bunun üzerine, yaşamı aramaktan vazgeçerek umutsuzluğa kapılıp talihinden yakınıyor (Prof. Landsberger)]."

Utnapiştim ona, gemici Urşanabi'ye dedi:
"Urşanabi, denizin rıhtımı seni aldatsın. İki kıyı arasında gidip gelen gemi senden nefret etsin! Her zaman, erişmek istediğin denizin kıyısından her seferinde yoksun kal [123 Gılgamış'ın acıklı durumu, Utnapiştim’i üzdüğünden, gemicisi Urşanabi'ye yukarıdaki gibi ileniyor. Çünkü gemicisi Gılgamış'a yol göstermekle onu başına bela ediyor]!
Buraya getirdiğin adamın gövdesi kirden kabuk bağlamıştır. Giydiği post, bedeninin güzelliğini bitirmiştir. Urşanabi, onu alıp yıkanacak yere götür. Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıka! O, sırtındaki postu atsın ve deniz onu götürsün. Onun güzel bedeni parlasın! Yepyeni olsun başındaki külah. Bir kaftan giymiş olsun. Görkemli bir giysi! O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek, kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kalsın [124 Utnapiştim, Gılgamış'ın kılığını düzelttikten sonra ülkesine yollamak istediğinden, gemicisine böyle bir buyruk veriyor (ÇN)]".
Urşanabi onu alıp yıkanma yerine götürdü. Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıkadı. O, sırtındaki postu attı ve deniz onu götürdü. Onun güzel bedeni parladı. Yepyeni oldu başındaki külah, bir kaftan giymiş oldu. Görkemli bir giysi. O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kaldı.

Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler. Gemiyi dalgaya kaptırarak sürüp gittiler.
Karısı ona, uzaktaki Utnapiştim'e dedi: "Gılgamış geldi, yoruldu, güçlük çekti. Ona ne verdin ki o yurda dönüyor?"
Fakat o, Gılgamış, geminin küreğini kaldırdı ve gemiyi kıyıya yanaştırdı [125 Utnapiştim'in karısı, bin bir güçlükle sonsuz yaşamı aramak için kocasının yanına gelen ve kocası tarafından sırtına güzel bir giysi giydirilip yine ülkesine geri yollanan Gılgamış'a acıyor ve kocasına böyle sorduktan sonra Gılgamış'ı geri çağırtıyor].
Utnapiştim ona, Gılgamış'a dedi: "Ey Gılgamış, geldin, yoruldun, güçlük çektin. Sana ne verdim ki yurduna dönüyorsun?
Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer, ama dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar. Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!"
Gılgamış bunu duyar duymaz derin bir kuyu kazdı. Ve ayaklarına ağır taşlar bağlayıp kuyuya indi. Ayağına bağladığı taşlar onu yerin altındaki tatlı su denizinin dibine kadar batırdı. Ama o, otu aldı ve dikenleri ellerine battı. Bundan sonra Gılgamış, ağır taşları kesip yukarı fırladı. Kuyunun suyu onu fırlatıp denizin kıyısına attı.

Gılgamış ona, gemici Urşanabi'ye dedi:
"Urşanabi, bu ot büyülü bir ottur; insan bununla gençliği kazanır. Bu ota, "yaşlı genç olur" denir. Bunu Uruk'a yanımda götürmek istiyorum. Onu sevdiklerime yediririm. Ve onu parça parça doğrayayım. Sonra da kendim yiyip tam çocukluğuma döneyim."

İki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler. İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam dinlenmesine bıraktılar. Gılgamış burada suyu soğuk bir kuyu gördü. Suda yıkanmak için aşağı indi. Bir yılan otun kokusunu aldı. Ve taşların yarığından yukarı çıkıp otu götürdü [
126 Yılan; suyun, yaşamın ve sağlığın tanrısı olan Ningişzida'nın simgesidir. Yılanın çok yaşayan bir hayvan olması bu otu yemiş olmasına yorulur]. Gılgamış geri döndüğü sırada yılan gömleğini atmıştı!
Bu anda Gılgamış yere oturmuş ağlıyordu. O, gemici Urşanabi'ye dedi:
"Urşanabi kollarım kimin için yoruldu? Kimin için yüreğimden kanlar boşandı? Kendime iyi bir şey kazandım. Yer aslanı [127 Yer aslanı: Yılanın başka bir adıdır (Prof. Landsberger)] için iyilik yapmış oldum. Şimdi denizin kabarması, beni iki kez yirmi saat, o yere geri götürse bile, gereçler kuyuyu kazdığım zaman içine düşmüştü. Burada işime yarayacak olan gereçleri nasıl bulabilirim? Olmaz! Yurduma geri dönmeliyim."

Gerçekten Gılgamış gemiyi kıyıda bıraktı. İki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler. İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam dinlenmesine bıraktılar.  Onlar Uruk pazarına geldiklerinde, Gılgamış ona, gemici Urşanabi'ye dedi:
"Urşanabi, Uruk duvarının üstüne çık! İleri yürü! Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı gözden geçir! Acaba bunun tuğlaları pişmiş değil midir? Temeli yedi bilge kurmamış mıdır? 3600 dönüm kent. 3600 dönüm hurma bahçesi, 3600 dönüm kerpiç kuyu. Üstelik İştar tapınağının çukuru. Bunların topu üç kez 3600 dönüm. Ve işte bunların hepsi Uruk'tur."

ON İKİNCİ TABLET
Gılgamış destanı 11'inci tablette sona ermiştir. 12'nci tablet ancak bir ektir. Ve destanla hiçbir ilgisi yoktur. 1'inci tabletten 11'nci tablete dek olan bölümü serbest bir koşuktur ki, eski kaynaklardan yararlanılmış olmasına karşın, bunlardan bağımsız olarak değiştirilip yeni bir kalıba sokulmuştur. 12'nci tablet ise, İsa'dan önce yaklaşık 2000 yılında yazılmış olan Sümerce bir metnin aslına bağlı çevirisidir ve bu tabletin çevirmeni, metinde en küçük bir değişiklik yapmamıştır. Bu Sümerce metnin birinci kısmının yarısı, bundan birkaç yıl önce elimize geçmiştir. Bunun nasıl bittiğini bilmiyoruz. Olasılıkla birkaç yüz satırdan oluşan bu Sümerce metnin içinde, Akatlı çevirmen ancak 154 satırı çevirmiştir. Bundan dolayı bu tablette anlatılan olaylar, bütünlüklerini yitirmiş demektir. Görünüşe göre bu çeviri, yeraltı dünyasının heyecanlı betimlemesi ve bu dünyanın yaşamının anlatımından oluşmaktadır. Yeraltı dünyasının heyecanlı betimlemesini ve bu dünyanın yaşamını şu nedenle veriyor:
Gılgamış, gök tanrıçası İştar'la barışmak için, ona olağanüstü iyi ve değerli ağaçtan yapılmış bir taht sunmak istiyor. Bu amaçla çokyaşlı ve kalın bedenli bir Huluppu [128 Bu ağaçtan, özellikle araba dingili yapılırdı. Nasıl bir ağaç olduğu pek belli değildir (Prof. Landsberger)] ağacını devirmeye gidiyor. Bu ağacın tepesindeki yaprakların arasında, ünlü fırtına kuşunun yuvası bulunuyor. Kimi Sümer söylencelerinde yavrusuyla birlikte geçen bu kuş, kartal ve aslanın bileşimi olan bir yaratık olarak betimlenir.

Ağacın kökleri arasında, hiçbir büyünün etkileyemediği yılan yuvası bulunuyor.
Ağacın gövdesindeyse Bakireler Tanrıçası Lilit'in evi vardır. Gök Tanrıçası, sonraki Babil dininde en korkunç bir gulyabani olan bu Lilit'e, söylencemizde ilgi gösterip iyi davranıyor ve Lilit, Gılgamış'ın bu ağacı devirmesiyle hemen o anda özgürlüğüne kavuşuyor:
Gılgamış, serüvenini başarıyla bitirdikten sonra, bir ganimet olarak bu ulu ağacın hem gövdesini, hem de dallarını Uruk'a getiriyor. Fakat yeraltı dünyasının tanrıçası Ereşkigal, İştar'a sunulacak bu armağanı kıskanıyor. Ve yeraltından yeryüzüne dek bir çukur açıyor; gerek ağacın gövdesi, gerekse dalları bu çukurdan cehenneme düşüyor.
İşte bu noktadan sonra 12'nci tabletimizin arkası geliyor.
Sümer yazmasına göre Engidu, Gılgamış'ın arkadaşı değil, kölesidir. Efendisinin çukurdan aşağı, cehenneme düşen değerli ağaçlarını geri çıkarması için, bu işe hazır bekliyor. Engidu, efendisine, göreceği hizmetle ilgili olarak, şu sözleri söylüyor [129 Numaralarla gösterilen bölümleme, metnin kıtalara ayrılmış olduğunu göstermektedir. Bu kıta bölümlemesi, genellikle Akat şiirine yabancıdır. Buna karşılık, Sümer koşuğunun bir özelliğidir. Sümerce kıtalar, denebilir ki, ayrı ayrı sahneler halinde hazırlanmış olurlar. Her sahne tam bir birlik oluşturur. Ancak, kıtaların bölümlemesiyle ilgili olayların akışı, kimi zaman kesilir. Yani olayların arasındaki bağlar, çok kez gözardı edilmiş olur]:

"Ağacın bedeni hemen bugün, Nacar'ın evine bırakılmış olacaktır. Ağacın dalları Nacar'ın keseri için hazır olacaktır. Efendim, niçin ağlıyorsun? Hemen bugün, senin ağacın bedenini yerin altından çıkaracağım. Dalları cehennemden yukarı getireceğim."
"Eğer bugün yeraltı dünyasına gidersen, kutsal şeyler önünde başını eğmemelisin. Temiz bir gömlek giymemelisin. Yoksa hemen senin bir yabancı olduğunu anlarlar. Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu sürünmemelisin. Yoksa onlar güzel kokuyu alınca hemen çevrene toplanırlar. Gürzünü [130 Bu uygun bir çeviri değildir. Doğrusu, günümüzde ilkellerin kullandığı "bumerang"a benzeyen, ağaçtan yapılmış bir "atma" silahıdır (Prof. Landsberger)] yeraltı dünyasına düşürmemelisin. Yoksa gürzle öldürülmüş olanlar hemen çevrene toplanırlar. Eline sopa almamalısın. Yoksa ruhlar senden titrerler. Ayağına ayakkabı giymemelisin. Yerde gürültü etmemelisin. Sevdiğin karını öpmemelisin. Kendisine kin beslediğin karını dövmemelisin. Sevdiğin çocuğunu öpmemelisin. Kendisine kin beslediğin çocuğunu dövmemelisin. Yoksa cehennem senin için sokurtu, homurtu yapar."

Bu Sümerce şiirin deyiş özelliği; olayların birbirini düzenli olarak izlememesidir. Örneğin, şimdi Engidu'nun yeraltına gittiği anlatılıyor; ancak, birdenbire de çıplak bir tanrıçanın betimlemesi yapılıyor. Burada betimlenen Tanrıça Nin-Asu'dur. Bu bitkiler tanrısallığını çok iyi tanıyoruz. Bu tanrısallık, her yerde bir tanrı olarak görüldüğü halde, bizim destanımızda birdenbire tanrıça olarak karşımıza çıkıyor.
Şimdi burada biz doğrudan doğruya birbirine bağlı olmayan sahneleri birbirine şöylece bağlamayı deneyeceğiz:
Engidu yeraltına iner inmez, adı geçen Tanrıça Nin-Asu'nun kutsallığına ayak basıyor. Engidu, çıplak tanrıçanın güzelliğinden ve vücudunun parlaklığından dolayı kendinden öyle geçiyor ki, Gılgamış'ın kendisine verdiği bütün öğütleri unutuyor. Böylece o, yeraltı dünyasında yakalanıyor ve Gılgamış, değerli ağacından başka, kendisine bağlı olan kölesi Engidu'yu da yitiriyor.

II
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya, yatan Nin-Asu Ana'ya yaklaşıyor. Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti. Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi kırışıksız ve dümdüzdü.

III
Engidu, yeraltı dünyasına gidip tanrıçayı görünce, bu tanrısallık önünde başını eğdi. Temiz bir gömlek giydi. Hemen onun bir yabancı olduğunu anladılar.
Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu süründü. Onlar güzel kokuyu alınca hemen çevresine toplandılar. Gürzünü yeraltı dünyasına düşürdü. Gürzle öldürülmüş olanlar çevresine toplandılar. Eline sopa aldı. Ruhlar ondan titrediler. Ayağına ayakkabı giydi. Yerde gürültü etti. Sevdiği karısını öptü; kendisine kin beslediği karısını dövdü. Sevdiği çocuğunu öptü; kendisine kin beslediği çocuğunu dövdü. Cehennem onun için sokurtu ve homurtu yaptı.

IV
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya, yatan Nin-Asu Ana'ya yaklaştı. Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti. Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi kırışıksız ve dümdüzdü [131 Burada II. kıta sözcüğü sözcüğüne yineleniyor. Bunun anlamı ve sanatçının bundan amacı, şöyle açıklanabilir: Engidu'nun yazgısının değişmesi, yani onun ruhlara katılması, bir yıldırım hızıyla oluyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, yeraltı dünyasında alışılan durum sürüyor ve yine, hiçbir şey olmamış gibi, Tanrıça Nin-Asu kendi tanrısal dinginliğini koruyor. İşte böylece, insanın ölümlülüğü tanrıların değişmeyen ölümsüzlüğüyle bir karşıtlık oluşturuyor (Prof. Landsberger)].

V
O zaman Engidu yeryüzüne çıkmak isteyince, onu ne bela getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı; onu cehennem kralının amansız bir şeytanı yakaladı. Onu, yeraltının kendisi yakaladı. O, yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi öldürdü.

VI
O zaman Ninsun'un oğlu, kölesi Engidu için ağladı. Ve tek başına kalkıp Enlil'in Ekur evine [132 Dağ evi] gitti.
"Enlil baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü. Ağacımın dalları da yerin altına düştü. Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu'yu, onu, ne bela getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı; onu, yeraltının kendisi yakaladı. Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı; o, yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi öldürdü."

Bunun üzerine Enlil Baba, Gılgamış'a hiçbir yanıt vermedi. Gılgamış, Sin Baba'ya başvurdu:
"Sin Baba bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü. Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu'yu, onu, ne bela getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı; onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı. O, yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi öldürdü"
Bunun üzerine Sin Baba, Gılgamış'a hiçbir yanıt vermedi.

VII
Gılgamış tek başına kalkıp Ea'nın E-Apsu evine [133 Yeraltındaki tatlı su okyanusu (Prof. Landsberger)] gitti:
"Ea Baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü. Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu'yu, onu, ne bela getiren ruh yakaladı ve ne de hastalık ifriti yakaladı; onu, yeraltının kendisi yakaladı. Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı; o, yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi öldürdü." Ama Ea Baba ona şu yanıtı verdi:
"Cehennem kralı yiğit Nergal'a başvur! Ereşkigal'ın [134 Doğru bir metin onarımı değildir] ağabeyi Kral Nergal'a başvur! Eğer cehennemin kralı yiğit Nergal yeraltının hava deliğini açacak olsaydı, o zaman Engidu'nun ruhu hafif bir yel gibi yerin altından çıkardı."

VIII
(Bu yazınsal deyişe göre, şimdi Engidu'nun ruhunun gerçekten yeraltından yeryüzüne çıktığı kendiliğinden anlaşılmış oluyor.)

Bunlar birbirleriyle kucaklaştılar. Bir türlü birbirlerinden ayrılmak istemediler. Birbirlerine anlatmaktan usanmadılar.
"Arkadaşım [135 Akatça yazmada görüldüğü gibi, Engidu burada birdenbire Gılgamış'ın arkadaşı oluyor. Bu bölümün Sümerce özgün metni elimizde olmadığından, değişikliğin nasıl ortaya çıktığını bilemiyoruz. Acaba bu değişiklik Sümerce özgün metinde mi vardı; yoksa Akatlı yazar, her şeye karşın burada, metin üzerinde kesin bir değişiklik mi yaptı? İşte, söylediğimiz gibi, bunu anlayamıyoruz (Prof. Landsberger)], söyle bana! Söyle bana, yeraltında gördüklerini anlat bana!"
"Söyleyemem arkadaşım! Söyleyemem! Sana yeraltı dünyasında gördüklerimi anlatacak olursam, sen oturup ağlamalısın. Ve ben de oturup ağlayayım. Ellemekle zevk duyduğun benim güzel bedenimi, şimdi böcekler, eski bir giysiyi yer gibi yiyor. Ellemekle zevk duyduğun benim güzel başım, bir çamur teknesi gibi toprak doludur."

IX
Engidu, şöyle diyerek büzülüp toprağa çömeldi. "Arkadaşım, yeraltı dünyasında şunları gördüm:
(Tablette, Engidu'nun yeraltı dünyasıyla ilgili sözlerinin bulunduğu yer kırıktır. Söylenen bu sözler yaklaşık 30 satırdır.)

X
(Bu sahne, Gılgamış'ın, yer dünyasının ayrıntılarıyla ilgili olarak sorduğu soruları ve Engidu'nun buna verdiği yanıtları içermektedir ki bu bölümün, yaklaşık ilk 15 satırı kırıktır.)
"Sehpaya asılmış olanı gördün mü?" "Evet gördüm. Eğer işlediği günahtan pişman olsaydı, çivinin kopmasıyla kurtulurdu." "Eceliyle öleni gördün mü?" "Evet gördüm. Gece yatağında uyuyup, su, soğuk su içiyor." "Savaş alanında öleni gördün mü?" "Evet gördüm. Ana ve babası onun için uğraşıyorlar. Karısı da onun için çalışıyor." "Cesedi kırda bırakılmış (mezara gömülmemiş) olanı gördün mü?" "Evet, gördüm. Onun ruhu yeraltı dünyasında uyumuyor." "Ruhuyla kimsenin ilgilenmediğini [136 Ruhuyla ilgilenilmeyen kimsenin ölüsü: Kalıtçılarınca, ruhu için adak adanmayan bir ölü demektir (ÇN)] gördün mü?" "Hayvanlara yedirilen tencere kazıntısı ve sokağa atılan yemek artıkları onun besinidir."

(Destan burada sona erdi. Destanın son tableti nasıl tutarsız başladıysa yine tutarsız olarak böyle biter) .

GILGAMIŞ DESTANI -tümü- ( 3/4 )

Sümer – Mısır bağlantısı

Sümer – Mısır bağlantısı Gebel el-Arak hançeri Paris’teki Louvre müzesi, 1916 yılında Hamamat vadisinin batısındaki Gebel el-Arak köyünde...

Tema resimleri 4x6 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.